Beş altı yaşlarında bir oğlan çocuğu mahzen girişlerini andıran kapıdan içeri bakıyor.
Ve baktığı anda küçük bir çığlık kopartıyor.
"Heyyyyy! Anneee harika şeyler var burada!"
İçerdeki heykellere, resimlere bakarken gözleri parlıyor.
Elinden tutup annesini içeri doğru çekiyor.
Ama şık blucini, sırtını açıkta bırakan gösterişli bluzu ve sandaletleriyle akşamüstü gezintisine çıkmış annenin kol gücü oğlununkinden ağır basıyor.
Çocuğun hevesi kursağında kalıyor.
Anne puflayarak oğlunu yandaki incik boncukçuya götürüyor.
***
Yukarıdaki sahneye geçen hafta tanık oldum.
Alaçatı'da Artura Sanat Galerisi'nde oturmuş, galerinin sahibi ressam ve heykeltıraş
Uğur Çalışkan'la laflıyorduk.
Sokakta ise hafta sonlarına özgü renkli bir hareketlilik vardı.
Bir saat içinde kızlı oğlanlı birçok çocuk kapıdan içeri göz atınca
Uğur'un bilimkurgu yaratıklarını andıran heykellerine, çeşitli ressamların birbirinden göz alıcı resimlerine takılıp kaldılar.
O halleri gerçekten görülmeye değerdi.
Ama hiçbirinin annesi ya da babası "hadi içeri girip bakalım" demedi! İçerde ne olduğuyla ilgilenmediler bile!
Uğur'a, şaşkın bir halde "
benim gördüğümü sen de görüyor musun?" diye sordum.
"
Çocuklar hep böyle" dedi Uğur, "sanatsal nesnelerle bambaşka bir bağları var onların.
Müthiş heyecanlanıyorlar resimler, heykeller karşısında ama gel de bunu ebeveynlerine anlat!"
***
Düşündüm de...
Bu çocuklar da büyüyünce işletmeci, (ne demekse o) uluslararası ilişkilerci ve tabii ki, elleri mahkûm; serbest meslek sahibi falan olacaklar!
Anne babalarıyla oturup sohbet ederlerken lafı açıldığında
toplumun sanatsızlaştığından, kültürsüzleştiğinden dem vuracaklar.
Ah, şu yalan dünya!