Öyledir gerçekten de...
Okumuş yazmışlarımızın çoğu Cumhuriyet'in 1925-1945 dönemine "halkımız çok partili rejime hazır değildi, zaten bozkırın ortasında demokrasi mi olurdu " düşüncesiyle bakar.
Geçen gün hem Emre (Aköz) hem de Engin (Ardıç) bu safsatayı yeniden ele aldılar.
Emre böyle düşünenlere Taksim'de açılan sergiye gitmelerini önerdi.
Gitsinler de orada, 1840'dan 1950'ye bu topraklardaki siyasetsandık ilişkisini; bu maceranın seçim pusulaları, mühürleri, afişleriyle uzun ve zengin tarihini görsünler; "bozkırın ortasında demokrasi olmaz" tezinin uydurukluğunu kavrasınlar diye...
Engin tabii yine öfkeliydi.
Şöyle soruyordu:
"İstanbul'da olabilen demokrasi bozkırın ortasında yürümüyorsa, Paşa babanız yirmi yıl sonra çok partili sisteme neden geri döndü? Bozkırı mı suladınız? Yirmi yılda ne olmuştu da halkımız demokrasiye hazır hale gelivermişti? Eğitim düzeyi mi çok yükselmişti, ekonomi mi gelişmişti, sınıflar mı oluşmuştu? Yoksa, tıpkı bugün olduğu gibi "dış dinamikler" mi zorlamıştı Türkiye'nin ağalarını?"
***
Aslında dümdüz söylemek gerek...
Demokrasiye hazır olan veya olmayan halk yoktur.
Dış ve iç koşullara bağlı olarak demokrasiye hazır olan veya olmayan iktidarlar vardır.
Bu kadar yalındır siyasal gerçek.
Ama iş inançlara, kanaatlere gelince...
Galiba mesele biraz daha derin ve karanlık bir yerde konuşlanıyor.
Nasıl mı? Şöyle...
Bir kere...
"Aydınlanmacı demokrasi" kavrayışının bütün dünyanın okumuş yazmışlarını etkisi altına alan böyle bir etkisi var: "Her yerde demokrasi yeşermez, dağdaki çobanla benim oyum bir olmaz" demokratlığı (!) sanıldığından çok daha yaygın bir kanaat.
İkincisi...
Siyasal tarih bazen gerçeğe ayna tutamayacak ölçüde farklı okumalara imkân verebiliyor.
Mesela birçok kişi Emre'nin önerdiği Taksim'deki sergiye gittiğinde orada yaklaşık 160 yıllık bir geleneği değil de, umarsız ve umutsuz bir demokrasi çabasının izlerini görecektir, eminim.
***
Dikkat ettiniz mi?
O tarihte köylü halkın demokrasiye hazır olmadığına kanaat getirenler bozkırda açılan Köy Enstitüleri'nde çoban çocuklarına Mozart çaldırmaya çalışılmasında bir acayiplik görmezler.
Bozkır insanlarının Mozart'a hazır olup olmadıklarını hiç sorgulamamışlardır.
Tersine bu iki tavır birbiriyle örtüşür.
Meselenin bamteli burasıdır!
Çünkü "bozkırda Mozart" ebedi bir eğitim-öğretim süreci demektir.
Baba/Öğretmen/Mürşit devlet hep orada olacak; göz kulak olacak, biçim verecek; her yanlış notada kaşlarını çatacaktır!
"Bozkırda demokrasi" ise halka seçme özgürlüğü vermektir. "istediğini çal, dinle" demektir.
Yurttaşı "çocuk" değil "insan" yerine koymaktır.
İktidarlar sevmez bunu...
İktidarın imtiyazlıları ve memurları ise korkar bundan...
O korku kuşaktan kuşağa geçer.
Bugün Cumhuriyet'in Tek Parti dönemini meşrulaştırmak için "canım bozkırda demokrasi mi olurmuş" diyenler bir fikri ya da bilgiyi değil, o korkuyu seslendiriyorlar hâlâ...