O zaman Vizontele bile çekilmemişti ama genç sanatçı Erdoğan geleceği görür gibi konuşuyor, ileride evrensel ölçüleri yakalayıp temiz pak işlerle dünyaya açılacağının muştularını veriyordu bir nevi.
Hatırlıyorum; müziğin gürültülü olması ve Yılmaz'ın sesini bastırması kulaklara hamallık yaptırdıydı biraz. Hele ilk birkaç şiir neredeyse gürültüye gidiyordu ki Yılmaz seyirciye sordu:
- Sesim geliyor mu?...
Yanıt yanımda oturan Nebil Özgentürk'ten geldi.
- Müzik yüksek! diye bağırdı Nebil.
Sonra ses yoğunluğu ayarlandı ama sonuç yine de istenen gibi değildi. Gerçekten de büyük ustalardan oluşan orkestra (Yılmaz onlara Grup Katalitik adını koymuştu) kalabalık olduğu için ne kadar düşük ayar çalsalar birleşince dev homurtusu başlıyordu.
Deniz'den gelen sese
Yılmaz'ın kardeşi Deniz Erdoğan'ın yaptığı müzikler de tam damardı. Oldum olası beğeniyordum Deniz'i de zaten. Çelebi, öne çıkmayı pek de sevmeyen bir yapısı vardı ama abi kardeş müthiş bir çizgide buluşmuştu bence. Yılmaz bir ara dedi ki:
- Kaset çıkartacak her aklı başında insan gibi ben de önce Sezen'e gittim. İşte Sezen'in sihirli değneğini dokundurduğu Yol şiirini ikinci defa istettirecek büyü de oradan mülhem. Sözleri de çok kuvvetli olan bu şiir Sevebilme İhtimali'ni sollayacak kudrette göründü bana.
Geçmiş zaman olur ki
Hani derler ya; "geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer." Öyle diyorum şimdi ben de.
Niye mi?
Aynı etkinlikte sürpriz şekilde merhum Melih Kibar da sahne aldı ve piyanonun tuşlarında raks ettirdi parmaklarını da o yüzden. O şiirde de Yılmaz bir başka boyuta sıçradıydı sanki.
Sadece Yılmaz'ı sevenler, hayran olanlar değil de herkesler Türkçe'nin nasıl böylesi usta bir afacanlıkla kullanıldığını, şaka yapıyormuş gibi yaparken adamın böğrüne ağır tonajlı duygu kamyonlarının nasıl çarptırıldığını sezmişlerdi.
Sözün özü Yılmaz'a olan saygım sempatim ve inancım katmerlenmiş hallerde çıkmıştım o geceden. Yıllar sonra Kelebeğin Rüyası'nın başarısını sürpriz değil, ödülü alacak takatte bir yapım olarak bekleyişimin sebebidir sanırım.