Evimize televizyon girdiğinde şaşırmıştık: Nordmende'nin sekiz düğmesi vardı, sekizi de aynı kanalı gösteriyordu: TRT tabii.
"Ne gerek var bu kadar düğmeye" diyorduk, "fabrika fazladan koymuş..."
Düğmeler de bugünkü gibi değil, neredeyse iki santim kalınlığında çubuklar, "hark" diye bastırmak gerekiyor...
Günün birinde televizyonu, hem de renkli, hem de yüzlerce kanal, cebimizde taşıyacağımız aklımıza gelmezdi.
Yalnız televizyon değil, herkesin cebinde küçük bir bilgisayar.
İlk bilgisayarların "oda büyüklüğünde" olduğunu duymuş muydunuz?
Bırak cebi mebi, evde henüz "sabit telefon" bile yoktu. Bakkala gidiyorduk.
İstanbul'dan Ankara'yı aramak için "yazdırıyor" ve saatlerce bekliyorduk.
Bir yakadan öbür yakaya otomobille ya da otobüsle geçmek hayaldi. "Taksim-Kadıköy" ya da "Şişli-Bostancı" gibi olmayacak hatlar kulağımıza hem tuhaf hem de gülünç geliyordu. "Karşıya geçmek" için Kabataş'ta araba kuyruğuna girilir ve gününe göre iki saat kadar da beklenirdi.
Bugün üç yerden geçebilirsiniz, bir de yerin, denizin altından.
Bugün İstanbul'u kuşatan varoşlar bomboş alanlardı. İsimleri de yoktu.
Gecekondu deyince akla bugün iş merkezleri olan, gökdelenlerin yükseldiği yerler gelirdi.
İstanbul'un kuzeyi Şişli'de biterdi. Mecidiyeköy şehir dışı, Levent de "uzak banliyö" sayılırdı. Şehir doğuda da Bostancı Köprüsü'nde sona ererdi.
Günün birinde Sovyetler Birliği'nin yıkılıp dağılacağı da olmayacak bir hayaldi, ancak "sağcıların" besledikleri boş bir umut...
Berlin Duvarı'nın yıkılacağını da kimse ummuyordu, iki Almanya'nın birleşeceğini de.
***
Bize küçükken öğretilen bir özdeyiş de vardı: