Sevgili ağabeyim Mehmet Barlas dün çok güzel anlattı, ben de biraz ayrıntısına gireyim...
Türkiye, kurtuluş savaşımızın "karşı tarafıyla" hiç ilgilenmez. Ege'nin öbür yakasında neler olup bittiğini bilmez.
Mikonos adasında olup bitenlere elhak pek meraklıyızdır ama Atina'da olanlar bizi ırgalamaz. Eh, yangın falan çıkmadığı sürece.
Orada ne siyasi yangınlar patlak vermiştir oysa...
Hemen belirtelim:
Savaşa başlayan kadroyla bitiren kadro aynı değildir. Anadolu'ya çıkan kadro başka, Anadolu'da bozguna uğrayan kadro bambaşkadır. Politikacısı da, subayı da.
İzmir'e "Venizelosçular" çıkmışlardı, malum, "meghali idea" falan filan.
Daha sonraları diktatör olacak General Metaksas onları uyarıyor, "bu işe girmeyin, altından kalkamayız" diyordu ama sözünü dinletemedi.
1 Kasım 1920'de Yunanistan'da çok önemli bir seçim yapıldı. Venizelosçular kaybettiler, "kralcılar" kazandılar.
Çünkü Yunan halkı savaş istemiyordu.
Bıkmıştı.
Zaten kralcılar da seçimi "küçük ama şerefli Yunanistan" sloganıyla kazanmışlardı.
Fakat, "enayilik etmeyelim, hazır İzmir'e çıkmışken daha da ilerleyip Ankara'ya kadar dayanalım, bu işi bitirelim" havasına kapıldılar. (İki ay sonra İnönü mevkiinde de ilk tokadı yediler. Türkler "düzenli ordu" kurmuşlardı, karşılarında artık gerilla yoktu.) Sonra bir daha... Sonra Sakarya'da gene...
Ordunun bütün komuta kademeleri değişmiş, Venizelosçu subaylar tasfiye edilmişler, orduya kralcı subaylar doldurulmuştu...
Bunlar ikinci sınıf, yetenekleri sınırlı adamlardı... Karşılarında da mükemmel bir Türk komutası vardı!
Anadolu'da bozguna uğrayanlar bu döküntü heriflerdir.
Yunan komünistlerinin hakkını da teslim edelim: Siperlere kızıl bayrak çekiyor, "Türkler'e kurşun atmak istemiyoruz" diyorlardı. Orduda her kafadan bir ses çıkıyor, Yunan ordusu huzursuzluktan vıcır vıcır kaynıyordu. Vursan yıkılacaktı, vurduk, yıkıldı.