İskeleti bulunan İngiltere kralı Üçüncü Richard'ı anlatsam hiçbiriniz okumayacaksınız, bari Ecevit'i anlatayım da hepiniz okuyun.
Profesör Mete Tunçay, geçen gün "Türkiye'nin yirminci yüzyılın ikinci yarısında çektiği sıkıntıların nedeni olarak Ecevit'in yanlış kararları gösterilecektir" demiş...
"Bütün bunları konuşmak için erken mi bilmem" diye de eklemiş.
Geç bile kalındı hocam, geç bile kalındı.
Size soru soran arkadaş "CHP'yi kurtarma" derdine düşmeyip bu meseleye eğilseydi, konuyu "deşseydi" yani gazetecilik yapsaydı, herhalde anlatacaktınız...
Ecevit, Türkiye'nin başına gelmiş en büyük bahtsızlıklardan biridir.
Okumuş bir adam değildi, olmayabilir. (Robert Kolej'i bitirmek ve İngilizce bilmek okumak değildir.)
Mesleksiz de değildi, ama mesleğinde (gazetecilik) hangi başarıyı göstermiş olduğunu da o yılları yaşamış (kırkların sonları, ellilerin başları) kimse pek anlatamıyor...
O da bunun üzerine vakitlice profesyonel politikacılığa geçti ve hep öyle kaldı.
İliklerine kadar bürokrat çocuğu, iliklerine kadar bürokrattı.
Altmışlı yıllarda ortaya attığı ve İnönü'nün de hemen sahiplendiği "ortanın solu" politikası, ne idüğü belirsiz, bulanık bir politikaydı ve İnönü tarafından "meclise girmeyi başarmış sosyalizmin önünü kesmek" amacıyla kullanıldı.
Ecevit'in "12 Mart muhtırası bana karşı verildi" gibi zırvalarına da biz o zamanın gençleri pek gülmüştük...
Ecevit Kıbrıs'a girmeyi bildi, çıkmayı bilemedi.
En durulmayacak zamanda orduyu durdurdu, en yürünmeyecek zamanda yürüttü.
"Kıbrıs meselesini" bir kambur gibi Türkiye'nin sırtına bindirdi. Çözemedi, çözümsüzlüğü getirdi üstümüze bıraktı. Çapı yetseydi, "yalnız Türkiye'ye değil Yunanistan'a da demokrasiyi yeniden getirmiş devlet adamı" olarak tarihe geçecekti, yetmedi.
"Ortanın solu" saçmalığı yetmiyormuş gibi, sırf CHP içindeki rakip hiziplerle başa çıkabilmek uğruna, bu sefer daha da muğlak, daha da içi boş bir "demokratik sol" politikası yumurtladı.
Açıkçası, solu molu da boşvermiş, hızla milliyetçiliğe kaymıştı.
Okumamış olduğu için, "köykent" gibi sosyoloji bilimine aykırı ütopyalar peşine düştü. Bunun, Alparslan Türkeş'in "tarım kentleri" projesinden ya da tavuk çiftliği yöneticiliğinden gelmiş Heinrich Himmler'in özlemlerinden pek farkı yoktu.
Sorunları çözmekte ufku "Çankaya'ya emekli bürokrat çıkarmanın" ötesine de geçemiyordu.
Üç kere iktidara geldi, ekonomiyi üç kere batırdı.
Solcu olduğunu iddia ediyordu ama "eski Türkiye'nin kalıplarını kırmak" için de küçük parmağını bile kıpırdatmıyor, daha doğrusu bunu tasavvur bile edemiyordu. Çünkü iliklerine kadar o eski Türkiye'nin, bürokrat diktasının, ne deve ne kuş devlet kapitalizminin ürünüydü.
Yunanistan'ın NATO üyeliğinden çıkmasının ve geri dönmesine de Türkiye'nin engel olmasının başımıza ne büyük dertler açacağını hiç mi hiç göremedi...
Bunun üzerine Amerikan yöneticileri de Türkiye'deki rejimi değiştirmeye karar verdiler.
Bunu nasıl sağladıklarını, yaşı kırkın üstündeki herkes hatırlayacaktır: Acı çektirerek.
Artık başımızda bu tür adamlar istemiyoruz bir daha.