Otuzlu yıllarda Türkiye'yi yönetenleri çok fazla da suçlamayalım canım: Hedefi "kalkınma" olarak değil de "muasır medeniyet seviyesine ulaşma" olarak koyunca, olacağı buydu!
Çünkü "bir" değil "üç" ayrı çağdaş uygarlık düzeyi vardı o dönemde...
Birincisi, kapitalist ve demokrat Batı uygarlığı, gözden düşmüş, hele 1929 ekonomik kriziyle esaslı bir darbe almıştı. Sonunun geldiği düşünülüyordu...
İkincisi, Sovyet komünizmiydi. İçyüzü henüz bilinmediğinden, bir umuttu. Ne mal olduğunu anlatanlara kimse kulak asmıyordu.
Üçüncüsü de ters yönde bir umuttu: Faşizm. O da vahşi yüzünü henüz göstermemiş, yalnızca görmesini bilene ipuçları vermişti.
"Bizimkiler", ipleri kesinkes ellerine geçirince faşizmi tercih ettiler. (Sanki ipleri ellerine geçirmeleri çabasına da başka bir isim verilirdi de!...)
Çünkü komünizmin dayanacağı (daha doğrusu dayandığını söyleyip büsbütün sömüreceği) işçi sınıfı, yani sanayi işçisi bizde yoktu. Sanayi yoktu ki işçisi olsun.
Faşizm, bürokrasinin "ruhuna" da cuk oturuyordu.
İsterseniz şöyle söyleyelim de temiz aile çocukları rahatlasınlar: "Devrimler" de başka türlü yapılamazdı. Yazıyı değiştirelim mi, şapka giyelim mi gibi soruları halka sorarsanız, alacağınız cevap belliydi.
Fakat Türkiye, faşizme bodoslamadan dalmadı. Kendine özgü bir yol tutturdu (biz bize benzerdik ya...)
Almanya gibi ırkçı bir yol tutturdu ama işi Türk olmayanları öldürmeye kadar da vardırmadı. (Bunu daha önceki ekip Birinci Dünya Savaşı sırasında denemiş ve "başarmıştı", kırım ve mübadele sonucu da elde kesecek pek fazla gayrımüslim kalmamıştı ki... Üstelik Lausanne Antlaşması'na imza atarak Türkiye "vallahi bundan böyle ve bundan fazla kesmeyeceğim, söz veriyorum" demiş oluyordu.)
İkinci Dünya Savaşı'nda da bir yandan faşizm uyguladı ama bir yandan da "bekle gör" politikasını tercih etti. Macaristan ve Romanya gibi savaşa dalıp da yenilince berbat olan faşist ülkelerden değil de, Portekiz ve İspanya gibi kendini korumasını bilen faşist ülkelerden oldu!
İşte bunun için savaştan sonra çok partili rejime de zırt diye dönebildi.
CHP amigoları, bunu altmış beş yıldır Türk kamuoyuna "demokrasiye geçiş" diye pazarladılar. Çok kişi yuttu.
İnönü eğer gerçekten demokrasiye geçseydi (daha doğrusu, yirmi yıl önce kendi rafa kaldırdığı demokrasiye "geri dönseydi"), evvela anayasayı değiştirirdi.
Ne oldu? Bir dikta gitti, aynı partinin rakip fraksiyonundan bir başka dikta geldi.
Gelenler de ne anayasaya dokundular ne babayasaya, ne seçim sistemine dokundular ne partiler sistemine, ne kambiyo rejimine dokundular ne Kamu İktisadi Teşekkülleri denilen devlet kapitalizmine.
Tabii ki onlar da çuvalladılar.
Karl Marx, "sınıflı toplumların tarihi, tarihöncesi sayılmalıdır" demişti.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Özal öncesi dönemi de emekleme çağı sayılmalıdır.
Ya da Karadenizli vatandaşın Ramazan günü şılap şulup dondurma yiyen Amerikalı'ya söylediğini azıcık değiştirirsek:
Şimdiki başbakanının da kıymetini bil!
Kürt politikacıları da adam olsalar da kavga etmek yerine onlar da bilebilseler memleket rahatlayacak...