Yaşlandığım, "Kaybedenler Kulübü" filmini seyredince bir kere daha kafama dank etti: Bu filmde anlatılan insanlarla aramızda uçurumlar vardı.
Bizim gidip de kız bulacağımız bar yoktu (İstanbul'da toplam iki bar vardı, biri Jorj'un barı, tanımadıklarını almazlardı, öteki Divan Oteli'nin barı, paralı ve olgun serseriler takılırlardı...)
"Yatan kız" da yoktu öyle kolay kolay... Üç bademcik ameliyatı, iki meme sıkmaca, bir popo okşama, o kadar. Kızlara "sizinle yatmış mıydık" diye şaka yapamazdık, kızlar da bize "fuck off" diyemezlerdi. (Yerli yersiz İngilizce'yi ancak Kolej öğrencileri kullanırlar ve tepki uyandırırlardı.)
Telefon edip de "çok yalnızım abi" diye ağlayacağımız canlı yayın radyo programı ve de radyo kanalı yoktu (TRT'yi arayamazdık...)
Koltukta uyuklayıp hayvan belgeseli seyredeceğimiz bir televizyon bile yoktu.
Nah bulurduk içmeye viski miski, "mojito"nun adını duymamıştık, pizza gibi pizzayı yirmi beş yaşımızda yiyebildik.
Ama yalnız da değildik. Politika vardı, hayatımız çok hoş değildi ama boş da değildi.
"Kaybedenler Kulübü"nde, yönetmen Tolga Örnek'in büyük bir ustalıkla anlattığı "insan tipine" baktım da... (Türk sineması göğüs kabartıcı bir yetkinlik düzeyine ulaşmış... Anlatım, kurgu, siyah-beyaz ile renklinin yer değiştirmesine ve "parçalı ekran" estetiğine dayalı sinema dili, grafik tasarımı, sanat yönetimi hiçbir yabancı filmi aratmıyor. Al bu filmi, altına istediğin dilden altyazı koy, istediğin şenliğe sok, her ülkede oynat.)
Bu insan tipi İstanbul'a özgü, yeni bir Türk.
Murat Şeker'in "Çakallarla Dans" güldürüsü, okumamış ve bir türlü büyüyememiş, çok sevimli ve bir o kadar da sopalık "İstanbul lumpenini" anlatıyordu, Çağan Irmak'ın "Issız Adam"ı sorunlu ama asla boş gezenin boş kalfası değildi, burada Tolga Örnek "yarı-aydını" anlatıyor.
Elbette "marjinal" bir yayınevi, elbette kıytırık bir FM, elbette Beyoğlu barları, elbette İngilizce var ama az buçuk (Seattle'ın yerini falan biliyor.) Enis Batur ve Bukowski falan okur bu insan türü (Tolga Bey, keşke Cortazar'ı hiç karıştırmasaydın, o çok önemli bir yazardır.)
Ve de yalnızdır...
Nejat İşler'in oynadığı, hem de çok iyi oynadığı Kaan'a sesleniyorum: Niçin yalnızsın evladım, iki ucu saate bağlı ömür törpüsü bir işe mahkûm değilsin, birlikte radyo programı yaptığınız ve sonuna kadar kafanıza göre takıldığınız bir can dostun var, evinize girip çıkan karı kız sayısının da haddi hesabı yok, niçin yalnızsın?
Çünkü "sınıfın" yok, ne işçisin ne işveren...
Karl Marx'la dalga geçmeyi biliyorsun ama tutunacak dalın yok.
Çünkü bir "mesleğin" yok.
Çünkü eğitimin belli değil. Kitap okuman da yarım yamalak ve abur cubur, hazmedilmemiş felsefe kırıntıları, ne dediği anlaşılmayan şiirler ve de "rock" müziği tabii, hepinizi serseriliğe yönelten o alt tabaka estetiği.
"Sisteme başkaldırdığını" sanıyorsun ama aslında hiçbir halta başkaldıracak büzüğün de yok. Yalnızca kendi kendini yiyip bitiriyorsun.
Öööyle takılıyoruz işte aaabi yaa...
Evladım, ben sana git de Ziraat Bankası'na gir demiyorum.
Hayatını ziyan etme özgürlüğüne sahip olmanın bedelini anlatıyorum. Bizim bu özgürlüğümüz yoktu.
"Kaybeden" olmayı pek sevdiniz, size çekici geldi (çünkü ağlamayı sevdiniz, çünkü siz de, ne kadar yabancılaşmış görünseniz, bu toprağın çocuklarısınız), ama günün birinde anlarsın bunun gerçekte ne anlama geldiğini.
Lafı güncele bağlayalım da yazı damdan düşme kalmasın: Kime oy verdiğini ve vereceğini biliyorum.
Geçen seçimde Ufuk Uras'a, bu seçimde Sırrı Süreyya Önder'e.