Gene yalan, gene yalan, gene yalan! Yalaaan, yalaaan!
Ama ben bıktım, bezdim bu "kan ve yalan üzerine kurulu" ülkeden!
Yalanla pazarlanan kişi, Carl Ebert.
Hani dün sözünü etmiştik, Ankara'ya gelip "Türk tiyatrosunu kuran" kişi...
Şeker Ahmet Paşa'nın toptan ve perakende toz ve küp şeker alım satımıyla, Osman Hamdi Bey'in tarihi eser kaçakçılığıyla, Halife Abdülmecid'in halı ticaretiyle iştigal etmeleri gibi, Muhsin Ertuğrul da o dönemde İstanbul'da kabzımallık yapıyordu herhalde... (Hıh, Bizanslı parçası...)
Anlamıyor değilim, bozkırın ortasına başkent de kurulabilir. Bir tercihtir.
Ama bunun küçük bir sakıncası vardır: Herşeyi "sıfırdan" kuracaksın.
Yol yapacaksın, banka binası yapacaksın, park yapacaksın, müze yapacaksın, tiyatro yapacaksın.
Ama bunları "Türkiye'de ilk" diye pazarlarsan, ayıp olmaz mı? Bunlar İstanbul'da yokmuş gibi... (Hıh, kahpe Bizans.)
Daha önce ülkemizde tiyatro yokmuş, Carl Ebert gelmiş, Türk tiyatrosunu yoktan var etmiş.
(Bu o kadar nizam ve intizama yol açmış ki, yıllarca İstanbul tiyatrocularıyla Ankara tiyatrocuları birbirlerini hiç sevmemişler, birbirlerini küçümsemişler, birbirleriyle alay etmişler...)
Ve böylece cumhuriyet tiyatrosu da çok sağlam temeller üzerine oturmuş. "Damdaki Kemancı" falan oynadıkları zaman gözlerimiz yaşarmış.
Carl Ebert... Bir Alman tiyatro adamı... Max Reinhardt'ın öğrencisi...
Bu adamı bugüne kadar "Nazi yönetiminden kaçıp da bize sığınan" profesörlerden biri gibi tanıttılar. Yahudi değildi ama, Türkiye'ye geldiğine göre demokrat falan sayılmalıydı.
Ebert Türkiye'ye ne zaman gelmiş? 1936 yılında.
Hitler'in iktidara geldiği 1933 yılından 1936 yılına kadar Almanya'dan kaçmış da biryerlerde mi gezmiş dolaşmış? Yoksa toplama kampından falan mı kurtulmuş da soluğu özgürlükler cenneti ülkemizde almış?
Böyle bir hava yaratılmıştır.
Oysa kazın ayağı şöyledir: Carl Ebert, Almanya'dan doğrudan buraya "gönderilmiştir"... Hem de "resmi" kanallardan.
Hitler'den rica edilmiş, İstanbul'a Muhsin Ertuğrul diye bir adam bulunmadığından ya da ipe un serdiğinden, Ankara'ya "Türk tiyatrosunu kuracak" bir önder istenmiştir (Theaterführer!)
Hitler de Carl Ebert'i göndermiştir. (Kibar adamdır, rica edildiği zaman Savarona'yı da bize bırakır.)
Bu, o günlerde hiç de tuhaf ya da ters karşılanmamış, olumlu bulunmuştur.
Niçin başka bir ülkeden değil de Almanya'dan?
Çünkü Almanya'yla çok sıkı fıkıydık.
Çünkü "muasır medeniyet seviyesinin" bir ucunu "totaliter ülkeler" teşkil ediyorlardı. Diğer ucu olan İngiltere gibi, Fransa gibi ülkeler pek parlak durumda değillerdi, demokrasiler sürekli olarak prestij kaybetme sürecine girmişlerdi. 1929 İktisadi Krizi'ne ilaç olarak faşizm ve komünizmin yıldızları parlamaktaydı.
Bu o kadar böyleydi ki, aynı 1936 yılında, İsmet İnönü ve arkadaşı Recep Peker, Mussolini İtalyası'ndan kopya edilmiş bir "faşist konseyinin", seçilmiş TBMM'nin dışında ve üstünde yer alacak "atanmış" bir meclisin planlarını yapıyorlardı. (Bunu öğrendiği zaman çok kızıp köpüren Atatürk'ten bir dayak yemedikleri kaldı, sustular.)
Tabii dönem değişince, muasır medeniyet seviyesi niyetine bu kez Amerika'nın dümen suyuna girilince, Carl Ebert gibi adamlarla iş yapmış olmak, daha doğrusu genel anlamda Almanya'yla enseye tokat olmuş bulunmak, Ankara çevrelerini rahatsız etmeye başladı...
Bu minareye artık bir kılıf uydurmak şart olmuştu.
Böylece, Ebert'in, sözgelimi bir Profesör Hirsch gibi "Hitler zulmünden kaçıp bize sığınmış olduğu" palavrası ortaya atıldı.
Ama öyleleri de vardı. Peki nasıl oluyordu, hem Hitler'den adam kaçırmak, hem Hitler'den adam ithal etmek?
"Doktrinleştirirsek donar kalırız" denilmemiş miydi? Hayatta esnek ve pratik olacaksın.