Ne kadar özenirsem özeneyim, gene de kaçınılmaz biçimde odaya ayağımla kum taşımanın gizli ve hınzır zevkini unutmuşum...
Yani, oranın "benim" evim olmadığını ve kumları temizlemenin "temizlikçi kadının sorunu" olduğunu bilmemin bencil zevkini...
Kirlenmeseler bile havluların her gün değişmelerinin "ziyankar" tatminini belki de...
Bedenimde biriken tuz tabakasının deniz kokusunu...
Anamdan azar işitme tehlikesi yaşamadan ve hiçkimseye hesap vermeden şeftali suyunun o tuz tabakasından yol yol dirseklerime akıp gitmesini...
Ve de karpuz çekirdeklerinin bacağımın kıllarına yapışmasının çocukça keyfini...
Bütün bunların "yıkanınca çıkacak" olmalarının doygun rahatlığını...
Denizden gelip "tatlı ve soğuk su dökünmenin" ürpertisini...
Gömleğin ıslak gövdeye bir sevgili gibi sarılmasını...
Duş yaparken bir yandan da gizlice işemenin, "koyuvermenin" giderdiği suç işleme dürtüsünü...
Çok önemli bir şey incelermiş gibi deniz kabuklarına, yosunlu taşlara, minik balıklara uzun uzun bakmanın şirin ve gereksiz uğraşını...
İskeleye vuran dalgacıkların şıpırtısını, rüzgarda gerilen tekne halatlarının sesini...
İlle de ızgara köfte ve patates kızartmasının tadını... Buna ahtapot, kalamar gibi daha da "zararlı" şeyler eklemenin neşesini...
Açık büfeden tabağına gereğinden fazla şey doldurmanın ve çoğunu ziyan etmenin umursamazlığını...
Ya da yemeğinin yarıdan fazlasını bacağına sürtünen aç kediciklerle paylaşmanın "aile babası" olgunluğunu...
"Doktorun anasını satayım" diyerek içki içmenin kaçamak duygusunu...
"Dönünce nasıl olsa tansiyonu da şekeri de yoluna koyarız" diye diye perhiz bozmanın on günlük özgürlüğünü yani...
Yarı çıplak kızlara hanıma çaktırmadan bakmanın ve artık yarı çıplak kızlara hanıma çaktırmadan bakmanın hiçbir anlam taşımadığını bilmenin "adam sen de" doygunluğunu....
Geceleri havuz başında tepişmeye "mecalin" kalmamasından artık utanmamayı ve "kitabını alıp" çekilmenin bilge dinginliğini...
Görkemli bir Poseidon tapınağına giden patikanın kenarında kalmış minicik köy kilisesinin boynu bükük yalnızlığını...
"İstanbul şimdi yanıyordur" diyebilmenin ücretli huzurunu...
Dostlarla gırgır şamata yapmanın çoktandır yaşanmamış içten gülücüklerini, Hristos ve Adriana, Aleksis ve Zozo, Andreas ve Rika, refikam cariyenizle bendeniz...
Piyano eşliğinde Rumca tangolar söyleyen Danai Stratighopoulou'nun disklerini sonunda bulabilmenin "memleket kurtarmış" kadar sevindirici başarısını... Nama topluluğunun solisti İfighenia'nın şekerli sesini...
Hiçbir Türk gazetesi ve Türk sitesi görmemenin, hiçbir Türk televizyon kanalı seyretmemenin tadına doyulmaz başıboşluğunu...
Yanına bilgisayar almamanın tarifsiz rahatlığını...
Küçük insanlarla itişmekten, hayatın güzelliğini unutmuşum.
Hatırladım. Ama çok geçmez, bu ülke birkaç günde onu gene unutturur.
Welcome to the jungle... Bir yakınım öyle derdi her döndüğünde.