Haşmet, sakın yanlış anlama, amacım polemik yapmak falan değil.
Ama dünkü yazın beni düşündürdü, amaç da bu değil mi?
Denis Dutton derler bir adam varmış, yazar, ben tanımıyorum, güzel şeyler söylemiş. Demiş ki: "Biri erkek, diğeri kadın oyuncuya iki ayrı Oscar ödülü vermek, oyunculuğun doğası gereğidir. Ufak tefek ve sevimli bir genç kıza bir sumo güreşçisini, güçlü kaslara sahip bir erkeğe otuzlarında bir anneyi canlandır diyemezsiniz."
Sen de dedin ki, "ödüllerde kimin kimi canlandırabileceğinin önemi yok, aldığı rolün altından hakkıyla kalkabilen kim, önemli olan o"...
Üzerinde düşünmeye değer bir tartışma demişsin, düşündüm.
Çelişkili gibi görülecek ama ikiniz de haklısınız.
Ödül "ortaya" verilseydi, en iyi erkek ve kadın değil de en iyi "oyuncu" ödülü, bir sene erkek alırdı, başka bir sene kadın, belki üstüste birkaç yıl kadın, birkaç yıl erkek, mesele kalmazdı.
Ama ikiyle çarpmışlar, her yıl iki ayrı kişi alır olmuş, fena mı olmuş?
Keşke bu iş sidik yarışına çevirilmeseydi de, "her yılın en iyileri" dalında diyelim beş kadın, üç de erkek ödül alabilselerdi... Keşke, bir tür Yeşilçam mantığıyla, "karakter oyuncusu" gibilerden bir "yardımcı" kategorisi de yaratılmasaydı...
Stanislavski "küçük rol yoktur, küçük oyuncu vardır" demişti, bunlar adamı yalanlamaya çalışıyorlar.
Yılmaz Erdoğan'ın "Neşeli Hayat" filminde Cezmi Baskın'ı seyrettin mi? Mükemmel. Muhteşem. Döktürmüş, ama birkaç dakikacık oynamış. Senaryo öyle.
İmdi, Cezmi'ye "yardımcı" ödülü vermek ayıp değil midir? Ama süresi kısa olduğu için ancak onu alabilecektir. (Cici beyler verirlerse.)
Tıpkı, Judi Dench'in üç dakika Kraliçe Birinci Elizabeth oynayıp ödülü de alıp gitmesi gibi...
Amerikan dünya görüşü, kitaba "en çok satan en iyisidir" mantığıyla yaklaştığı gibi, görsel sanatlara da "yalnızca biri kazanır, diğerlerinin hepsi kaybeder" mantığıyla yaklaşıyor! Bu bir koşu, bir maç, bir spor müsabakası değil ki kazananı kaybedeni olsun... Bu kadar çıkarcılık ve bireycilik mide bozar.
Gelelim "feministler" meselesine...
"Erkeğe ayrı kadına ayrı ödül vermekle iyi yapıyorlar, böylece ikisinin eşit olduğu kanıtlanıyor" diye sevinecekleri yerde, bunu "ayırımcılık" sayıyor şabalaklar... Yalnızca kadına verilse herhalde zil takıp oynayacaklar.
Çünkü kavgaları "eşitlik" değil, "üstünlük" kavgasıdır.
Sevgili Haşmet, "rolün altından kalkmak" da meseleyi çözmez... "Uygunluk" da önemli bir kriter.
Napoleon'u, ne kadar yetenekli olursa olsun, uzun boylu bir aktöre oynatabilir misin? O film bir "fars" olursa ancak... Yüz yirmi kiloluk hatunun, veremden ölen Kamelyalı Kadın oynaması kadar gülünç olur.
Ama, Nasreddin Hoca gibi, yapıyorlar oluyor.
"The Tudors" dizisinde, sarışın ve iri kıyım Sekizinci Henry'yi, dal gibi esmer bir oğlana oynattılar.
Ama bir diziydi, yani "hareketli fotoromandı" bu.
Peter Brook "zenci Hamlet" bile sahneledi, zenci Danimarka prensi... Soyut mekânda, yalnızca yakın planlar kullanan bir denemeydi.
Bizimkiler de, "Kurtuluş" müsameresinde Atatürk'ü karayağız, esmer ve "Davudi" sesli Rutkay Aziz'e oynatmamışlar mıydı?
İyi mi oluyor, kötü mü?
Amacın sanat üretmekse kötü, amacın para kazanmak, propaganda yapmak ya da "entel takılmaksa" mesele yok.