Yok yok, Cem Uzan'a laf dokunduracak değilim Yeşim Salkım gibi...
Cem Yılmaz'dan sözediyorum.
Bu sefer sinema olmuş. Üstelik, "Gora" ve "Arog" daha bir ilköğrenim düzeyine sesleniyorlardı, "Yahşi Batı" daha bir ortaöğrenime... Laf aramızda, ilk adından, "Vahşi Garp" adından vazgeçmeseymiş daha iyiymiş.
Çünkü bu sefer senaryoyu gerçekçi bir temele oturtmuş: Film, müşteri kazıklamaya çalışan bir dolandırıcının anlattığı bir masal... Sözde, dedesinin Amerika serüvenleri...
Dekor, kostüm, anlatım, bu türde herhangi bir Amerikan filminden geri kalmıyor. Ağır aksak "Türk temposunda" da gitmiyor. Cem kardeşimiz yazılarımızda "çıta" kelimesinin geçmesini istiyorsa, evet, çıta yüksek. Kasaba dekorunu hiç bozma, Clint Eastwood gelsin çalışsın.
Gülümsetiyor. Bir Cem Yılmaz "şovunda" tepine tepine gülmek başka, bu filmde gülümsemek başka.
Yılmaz, "kovboy filmi" deyince akla geliveren, ortak zihnimizde yer tutmuş bütün "klişeleri" toplamış: Posta arabasının yolunu kesen haydutlar, arabaya saplanan ok, kafa derisi yüzen kızılderililer, ateş suyu, barış çubuğu, ödül avcısı, kadın silahşör, sahtekâr şerif, salak şerif yardımcısı, katran ve tüy, düello edenlerin ölçülerini alan silindir şapkalı cenaze levazımatçısı, "saloon"da dans edip şarkı söyleyen hoşur kızlar, her şey bu filmde var. (Kasabanın girişindeki tabelaya birkaç mermi deliği açsa, üstüne de bir akbaba oturtsaydı daha da iyiydi ya...)
Red Kit de var tabii, enine çizgili hapisane giysileriyle taş kıran mahkûmlar da...
Bunu, bazı "göndermelerle" süslemiş. Sergio Leone filmlerini de (elbette bilenlere) hatırlatıyor, "Brokeback Mountain" filminin "ince ruhlu kovboylarını" da...
Sonra, "bir Türk o yıllarda Amerika'ya gitse oraların suyunu nasıl çıkarırdı" demiş ve gelmiş yağlı güreş müsabakaları, Cannonball kasabasını Tophane ile "kardeş şehir" ilan etmeler falan...
O zaman da Aziz Efendi, Susan Van Dyke'a elbette "Suzan Hanım" diyecektir, esas oğlan esas kıza "titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime" şarkısını banjo eşliğinde söyleyecektir. Atını seven kovboy da çıkacaktır.
Demet Evgar'ın orası burası da usturuplu bir şekilde gösterilecektir seyircinin yeniyetme kesimine... "Ata konmuş kelebek" bile olacaktır filmin bir yerinde...
Fakat küfürleri "seyirci şimdi burada küfür bekler" düşüncesiyle sağa sola serpiştirdiği için, eskisi kadar etkili değiller. Havada kalmışlar. Sevimli değil, itici olmuşlar.
Çünkü, Aziz Efendi bir Arif Işık değil. O kadarcık derinliği bile yok.
Şimdi "o dönemde Teşkilat-ı Mahsusa henüz yoktu" gibi gereksiz bir ukalalık da etmeyeceğim. Filmin kendi iç mantığına göre, elbette olabilir. Çünkü anlatan Cem Yılmaz değil, hasır şapkalı dolandırıcı.
Eğlenceli bir film bu, kaçırmayın...
Cep telefonunu "şarz" edenler de filmden "meşaz" falan beklemesinler, çünkü yok. Çünkü bu film "hoşça vakit geçirtmek" için tasarlanmış ve bunu da başarıyor.
Elhak, çocuk da zaten başka bir iddiada bulunmuyor ki! Yapımcı memnun, işletmeci memnun, seyirci memnun, frigocu memnun.
Efendim? Gelelim reklamı "bütün zamanların en iyi filmi" şeklinde yapılan "Avatar" filmine mi?
Yaşım elli sekiz. Harry Potter'a on dakika, Yüzüklerin Efendisi'ne yirmi dakika dayanabildim. Avatar'ı ne kadar çekerim, henüz bilmiyorum. Çocuklar, geri zekâlılar ve Amerikan maymunları bana aldırmasınlar, mutlaka seyretsinler.
Çünkü Atilla Dorsay'a utanmadan "sinemadan anlamıyor" şeklinde en ağır bir hakaretin edilebildiği bir sinema ortamı bu...