Ne kadar isterdim şu Kıbrıs konusunu bir kurmay subayla tartışmayı... Yanlışım varsa beni uyarsın, bilemediğim jeostrateji ayrıntılarını öğretsin... Ben de ona Avrupa Birliği'ne girmemizin niçin asla mümkün olamayacağını anlatayım, içi rahatlasın...
Niçin bir kurmay albayla arkadaş olup iki kadeh rakı içemeyeyim yahu? Hemingway'in en kral arkadaşı bir Amerikan generaliydi...
Fakat bu mümkün değildir. Onu nerede bulacağım?
Bir kere, "bu sivil kim oluyor da benimle ahbaplık edecek" yaklaşımı yüzünden mümkün değil.
Üstelik de ben dört ay kısa dönem erlik yapmışım... Üniversitenin feriştahını bitirsen, rütben kadar konuş...
İkincisi de, subaya istesen de ulaşamıyorsun. Çocukluk arkadaşım falan değilse, onu nerede nasıl tanıyacağım? Gittiğim hiçbir yerde hiçbir üniformalı göremiyorum ki yaklaşıp da elini sıkayım... Her şeyden önce, "memur maaşlarının düzeyi" açısından bu mümkün olamıyor.
Subaylarımız, ayrı yaşıyorlar.
Aynı apartmanda onlarla ancak emekli olduklarında karşılaşabiliyoruz, komşuluk etmek için bile çok geç bu... Lojmanları ayrı, alışveriş merkezleri ayrı, eğlence yerleri ayrı, tatil beldeleri ayrı... Bir orduevine gidip de oturamam, birinci dereceden subay akrabam yoksa, "kartım" yoksa beni sokmazlar, eşimin başı istediği kadar açık olsun... Rahmetli amcam emekli albaydı (1937 levazım sınıfından Tırtıl Enver, Kenan Paşa belki hatırlayacaktır), ama o da orduevi sevmezdi, bizi pek götürmezdi... Subayın eşi de bizim hanımın gittiği kuaföre gelmez ki bu dolaylı yoldan dostluklar kuralım...
Subaylarımızın hepsi halk çocuklarıdır, bizde Fransız ordusunda olduğu gibi "aristokrat subay" bulunmaz.
Fakat halktan özellikle uzak tutulmuşlardır.
Bunda mutlaka bir zamanlar halkla "fazla mıç mıç" olmuş olmalarının payı vardır. 1917 yılında Meserret Kıraathanesi'ne gitseydiniz, kahve içenlerin, bilardo oynayanların yarısının subay olduğunu görecektiniz. Diğer yarısı da İttihatçı politikacı! Beyoğlu'na çıksaydınız, Garden Bar'da, Maxim Bar'da birçok üniformalı bulacaktınız, yarısı da Alman ha...
Onlar imparatorluk subaylarıydı, "kozmopolit" bir toplumda yaşıyorlardı, başkent de İstanbul'du tabii...
Cumhuriyet subaylarının ortalıkta fazla dolaşmaları istenmedi.
Türkiye nasıl dünyaya kapandıysa, Türk ordusu da kendi içine kapandı. Bu da bir "otarşi" politikasıydı.
Bu, orduyu politikadan uzak tuttu, sivillerle yüzgöz olmaktan korudu ama bizi de subaylarımızdan kopardı...
Diyalog kurulamıyor, arkadaşlık edilemiyor, meseleler tartışılamıyor. Dolayısıyla hem biz onları yanlış anlıyoruz, hem de onlar bizi... Gerçi konferanslar vermeye falan birilerini çağırıyorlar ama "akredite" olman şart, bunun için de bir kere "ağır oturup kendine molla dedirten" gazeteci takımından olman gerekiyor... Gırgır şamata bir adam olmayacaksın, makbul sayılmıyor... Hele böyle liberal, demokrat falan geçiniyorsan, "potansiyel vatan haini" de çıkabilirsin ha!
Refik Halit anılarında anlatır... Sanırım 1909/1910 kışıdır... Beyoğlu'nda, bizim Emek Sineması olarak bildiğimiz yer, ünlü Skating Palace... Tekerlekli paten salonu... İstanbul'un belki de en fiyakalı lokali... Refik Halit de buranın müdavimi...
Bir seferinde birtakım kızlara asılacak olmuş, fakat kızlar sarışın, mavi gözlü, genç ve çok yakışıklı bir "zabitin" kolunda çıkmış gitmişler...
Refik Halit çevresine sormuş, kim bu çocuk?
"Mustafa Kemal Bey," demişler, "yamandır... İleride adını çok duyacaksın!"
Aah ah, keşke gençliğimde benim de karşıma bir Mustafa Kemal çıksaydı, iki laf etseydim de, kızları o götürseydi, zarar yoktu!..