Severdi herhal, kim sevmez? Fakat aralarında ciddi bir çatışma olduğu da gerçektir.
Çünkü gümrük memuru Ali Rıza Bey'in erken ölümü üzerine Zübeyde Hanım yeniden evlenmiş, küçük Mustafa ile küçük Makbule'ye üvey baba gelmişti... Selanik Gümrük Başmüdürü Ragıp Bey... Babalarının amiri!
Ali Rıza Bey'in bir dönem memurluğu bırakıp kereste ticaretiyle iştigal ettiği de bilinir.
Hani şu son yıllarda kamuoyumuzda dağları taşları inleten Fikriye Hanım var ya, Atatürk'ün üvey babasının kardeşinin kızıdır! Yani hısımıdır, üvey kuzini sayılır...
Atatürk'ün bu olaydan dolayı Zübeyde Hanım'ı "hiç affetmediği" ve evden kaçarak askeri okula yatılı öğrenci yazıldığı da bilinir.
Sonra da ara ara, az görüştüler... İzinli çıktığı sıralarda...
Suriye cephesinden döndüğünde de Atatürk, annesinin Akaretler'deki evinde kısa bir süre kaldı. Oradan annesiyle "tartışarak" ayrıldığı, arkadaşı Salih Fansa'nın Tepebaşı'ndaki evine geçtiği, birkaç gün de o evin tam karşısında yer alan Pera Palas'ta kalıp Fansa'nın eşinin bulduğu bir kiralık eve, Şişli'de dul bayan Madam Kasapyan'ın evine çıktığı bilinir. Ünlü ev... Bahçe içinde, "müstakil", kirası çok yüksek, tam on dört lira! (Bahçe bugün kaldırım.)
Ev sahibesi bazı kaynaklarda Madam Osepyan, bazı yerlerde "Rum madam" olarak da geçer. (Atatürk'ün bir Ermeni'nin evinde oturduğunun bilinmesi istenmemiş galiba!) Bu dönemin bilgileri epey karışıktır, "bilinçli" olarak mı karıştırılmıştır, ahmaklıktan dolayı mı, emin değilim.
Annesini ve kız kardeşini de Şişli'ye, yanına almıştı, sonra Samsun'a gitti (Zübeyde ve Makbule Hanımlar tekrar Akaretler'e döndüler, çünkü oranın kirası bir liraydı), annesini ancak üç yıl sonra görebildi. Bu kez Ankara'ya aldırdı. Zübeyde Hanım orada da fazla oturamadı, İzmir'in kurtarılışından hemen sonra İzmir'e (biraz da "kız bakmaya", yani Latife Hanım'ı yakından tanımaya) gitti... Bu İzmir gezisine de sonradan "sağlık nedenleriyle" diye bir kulp takılmıştır, bu kez Latife Hanım'ı tarihten silmek için...
Fakat oğlunun evlendiğini göremeden vefat etti. Atatürk, Zübeyde Hanım'ın ölümünden on beş gün sonra Latife Hanım'la evlendi. Her şey çok çabuk olup bitmişti.
Ertesi yıl da Fikriye Hanım intihar etti.
Eskiden bunlar konuşulamaz, yazılıp çizilemezdi bu ülkede...
En basit bir tarih kitabından bile kolaylıkla okunabilecek bu basit bilgiler unutturulmak isteniyordu, çünkü Atatürk "uzaydan gelmişti" ...
Küçük yaşta kuşpalazından ölmüş Fatma, Ahmet ve Ömer adlı bir ablasıyla iki ağabeyi, bir de veremden ölmüş küçük kız kardeşi (Naciye) olduğu bile titizlikle saklandı yeni kuşaklardan!
Eee, bunları bilmek ya da hatırlamak neyi değiştirir?
Atatürk'ü daha çok sevmemizi sağlar.
Gerçi Atatürk hayatının ilk döneminin fazla kurcalanmasını istememiş, Nutuk'ta her şeyi 19 Mayıs 1919 günü başlatmıştır ama, üvey baba getirdiği için anasına kızan bir yetim çocuk, bana çok daha sevimli, çok daha sıcak geliyor.
İçki içen, seven, sevilen, yürekler yakan, evlenen, boşanan bir Atatürk, İNSAN ATATÜRK'tür.
Olimpos (pardon, Çankaya) dağında oturan bir tanrı değil, sabaha karşı üst kattan eşinin "çok içtin Kemal, yat artık" diye seslendiği bir önder benim önderimdir.
Çünkü bizim hanım da bana öyle diyor!
Hele durun bakalım, insanlar, Selanik'te "Atatürk'ün doğduğu ev" olarak yutturulan o evin aslında üvey babası Ragıp Bey'in evi olduğunu öğrenince ne yapacaklar?
Böyle böyle soğuttunuz insanları Atatürk'ten be! Yalan üzerine kurulu her şey bu ülkede.