Çocuktum, kulak kabartıyordum, halk arasında Yassıada hâkimi Salim Başol için şöyle konuşulurdu: "Bu iş" bittikten sonra devlet Başol'u, ödül olarak, ailesiyle birlikte Avrupa'ya gezmeye gönderecekmiş!
Başol'un "işi bitireceğine" kesin gözüyle bakılıyordu yani... O kalın sesiyle "sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerini aldılar, müdaaafiiiler haaaazır" cümlesi şimdi bile kulaklarımda çınlıyor... "Hazır" kelimesini çeke çeke uzatırdı: Haaaazır!
"Ufuk" da buydu: Avrupa gezisi, ulaşılamayacak bir lüks... Avrupa'ya ya devlet büyükleri giderlerdi, ya da Ayhan Işık ile Belgin Doruk, o da filmlerde!
Uçak muçak sözkonusu değil, gemiye bineceksin, Pire ve Napoli üzerinden Marsilya, oradan gece treniyle Paris... Ya da Sirkeci'den başlayan üç gün üç gece pislik ve eziyet, Sofya, Belgrad, Zagreb yolu...
Dünya nüfusu, bu satırların yazarının hayatı süresince yalnız ikiye katlanmakla kalmadı, onu da geçti...
Gene bu sırada, dünyada genel refah düzeyi de arttı.
Türkiye'de bile arttı, nereden nereye geldik... Bugün nüfusumuzun onda birini kurtarmayı başarmış bulunuyoruz!
Türkiye'de son beş yılda beş milyon kişi hayatında ilk kez uçağa bindi! Sonra da "bu oyları nereden ve niçin alıyorlar" diye şaşarsınız...
Turizm patlama yaptı. İnsanlar "yerlerinden kalktılar", ülkelerini ve dünyayı gezmeye koyuldular. Nüfusunun henüz yüzde beşiyle sınırlı da kalsa, Türkiye de geziyor...
Bundan kırk yıl önce Avrupa'da "tek tük" gözlenen Japonlar, şimdi akın akın, bölük bölük, katar katar geliyorlar... Avrupa'nın bütün büyük kentleri birer Japon bahçesine döndüler.
Bir şey daha oldu: Eskiden "seyahat özgürlüğü" ve beş kuruş da dövizleri bulunmayan eski komünist ülkeler insanlarının da, yaklaşık yirmi yıllık bir toparlanma sürecinden sonra "bitleri kanlandı"...
Japonca'ya alıştık, fakat Paris'te bir caddede, bırakın caddeyi, herhangi bir ara sokakta yürürken, önümden arkamdan Rusça, Lehçe, Çekçe, Macarca duyunca bir tuhaf oluyorum.
Ve de tarihte misli görülmemiş bu kalabalığa dayanamıyorum.
Yaşlanıyor muyum? Elbette.
Ama oraları görmeye değil de oralarda tepişmeye giden gençler hariç, hiçbir yaş grubuna da bu çıldırtıcı keşmekeşin hoş geleceğini sanmıyorum. (Hani sağa sola bakacağına kilise merdivenlerine çöküp gitar çalmaya koyulan çocuklar vardır, onları etkilemeyebilir. Onlar "daha tenha ve daha dingin" bir dünyaya hiç yetişemediler.)
Paris'e gidecekseniz, müzeleri unutunuz.
Ya saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alacaksımız, ya da hiç sokulmayacaksınız Louvre gibi, Orsay gibi, Versailles gibi yerlere.
Dayanıp içeri girmeyi başarsanız bile itiş kakış, adım adım ilerlemekten, sağdan soldan dirsek yemekten hiçbir keyif alamayacak, hemen dışarı kaçmaya bakacaksınız. Başınız dönecek, tansiyonunuz düşecek.
Örneğin, Mona Lisa'ya sekiz metreden fazla yaklaşabileceğinizi sanmayınız! Böylece "gizemini" de çözemeyeceksiniz!... Dan Brown denilen uyanık tacire kazandırdığınız para boşa gidecek.
Müzeyi bırakın, sokakta yürümek bile zor. Kapalı yerlerde sigara içmek yasak olduğundan, yetmiş iki milletin saldırdığı "teras" masalarında, ki o masalarda da iki kişiye yarım metrekare düşer, yirmişer santimetre sağınızda solunuzda ve arkanızda birilerinin soluğunu hissetmekten yemek mi dayak mı yediğiniz belli olmayacak...
Neyse ki emekçi halkımın böyle sorunları yok.
Ben de satılmış, alçak, liboş, hükümet yalakası, dünyalığı da doğrultmuş, cukkası sağlam bir adam olduğumdan, bu yazıyı "mutlu azınlık" için yazdım zaten!
Zarar yok, Deniz Baykal başbakan olunca emekçi halkım da Avrupa'ya gidecek.
Yoksa Salim Başol'ları mı gönderir?