Yönetmenliğini Chris Columbus'un yaptığı "Evde Tek Başına -2: New York'ta Kayıp" adlı filmi ilk kez 1992 yılında, henüz ortaokul öğrencisiyken bir grup okul arkadaşımla beraber İstanbul'daki bir sinemada izlemiştim. O günden bu yana bu filmi tek başıma, arkadaşlarımla, yeğenlerimle veya ailemle birlikte kaç kez izlediğimi unuttum. Kevin McCallister adlı karakteri canlandıran başroldeki Macaulay Culkin unutulmaz bir performans sergilerken, Joe Pesci ve Daniel Stern de Hollywood'un en sevimli kötü adamları arasında yer alan iki beceriksiz soyguncuyu canlandırarak kalpleri fethetmişti. Film, yanlış uçağa binerek Miami yerine New York'a giden Kevin'in hikâyesini anlatıyordu. New York'ta tek başına birkaç keyifli gün geçiren Kevin daha sonra, büyük şehirde geceleri beliren tehlikelere ilaveten soyguncularla uğraşmak zorunda kalıyordu. Başlangıçta soyguncuları kurnazca alt etmesine rağmen sonunda yakalanıyor ve parktaki arkadaşının yardımıyla kurtuluyordu. Filmde oldukça şaşırtıcı bir sahne vardı: Kevin Plaza Hotel'de ABD'nin şimdiki başkanı Donald Trump'la çarpışıyor ve ona lobinin nerede olduğunu soruyor, Trump da yüzünde bir miktar hayret ve kuşku ifadesiyle Kevin'e lobinin yönü gösteriyordu.
Vizyona girişinin üzerinden 25 yıl geçen "Evde Tek Başına -2", zamanla bir sinema klasiği haline geldi ve dünyanın çeşitli yerlerinden birçok kişinin tatil döneminde New York'u ziyaret etmesine vesile oldu. Gerçekten de film, ABD'nin yumuşak gücüne yeni bir renk kattı. "Yumuşak güç" ifadesi ilk kez, filmden birkaç yıl önce çıkan "Liderliğe Mecbur: Amerikan Gücünün Değişen Doğası" adlı kitabında siyaset bilimci Joseph Nye tarafından kullanılmıştı. Nye bu kavramı, 1980'lerde sıklıkla gündem gelen ve tarihçi Paul Kennedy'nin "Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri" adlı kitabında da ele aldığı ABD'nin gerilediği görüşüne karşı koymak için özellikle geliştirmişti. Sonraki otuz yıl boyunca yanlış veya kötüye kullanılan bu kavramı daha da geliştirmeye çalışan Nye'a göre, gücün en önemli bileşenlerinden biri de zorlamanın veya maddi teşvikin işe yaramadığı durumlarda cazibe ve ikna üretme kabiliyeti idi. İşte bu kavram, köşe yazarı Charles Krauthammer'in dünya siyasetindeki "tek kutuplu an" olarak tanımladığı 1990'lı yıllarda, Amerikan gücünün kaynağını anlamaya çalışan birçok uzman için büyük anlam ifade ediyordu. 1990'larda birçok uzmanın da tespit ettiği üzere, ABD'de üretilen filmler ile popüler kültür öğelerinin bu cazibeyle ve dolayısıyla da yumuşak güçle yakından ilişkisi var. "Evde Tek Başına -2" bunlardan sadece biri.
Film bu hafta 25'inci yaşına girerken, ABD'nin dünyadaki yumuşak gücü de çeyrek asırdan beri en dip noktasını gördü. İronik bir biçimde, bu sürecin aşamalarından birine de New York sahne oldu. Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıyıp ABD büyükelçiliğini buraya taşıma kararına dünyanın çeşitli yerlerinden yoğun tepkiler geldi. Bu kartopu etkisinin doruk noktası, İslam İşbirliği Teşkilatı'nın (İİT) geçen hafta İstanbul'da yaptığı toplantıydı. Toplantıyı takiben mesele New York'taki BM'ye taşındı. BM Genel Kurulu'na, Trump'ın Kudüs kararını eleştiren bir karar tasarısı sunuldu. Tasarıya, ABD'nin sadık müttefiki İngiltere de dâhil olmak üzere Güvenlik Konseyi'nin ABD hariç tüm üyeleri kabul oyu verirken, ABD tasarıyı veto etti. Bu muhtemelen, Amerikan diplomasisinin en zor anlarından biriydi. Daha sonra, ABD'nin veto yetkisinin olmadığı BM Genel Kurulu'na da benzer bir tasarı sunuldu. Bu noktada işler gerçekten sarpa sarmaya başladı. Ne ilginçtir ki, ABD'nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley oylama öncesi diğer ülkelerin diplomatlarına bir e-posta göndererek, "Başkan ve ABD bu oyu kişisel bir mesele olarak algılıyor… Başkan oylamayı yakından takip edecek ve benden bize karşı oy kullanan ülkelerin raporunu istedi. Bu konuda bütün oyları not edeceğiz" dedi. Birçok kıdemli dış politika uzmanı bu e-postanın ne anlama geldiğini tartışırken, Trump tasarıya kabul oyu veren ülkelere verilen dış yardımları kesme tehdidinde bulunarak, "Oylamayı takip edeceğiz. Bırakalım aleyhimize oy kullansınlar, biz de epey (parayı) muhafaza etmiş oluruz. Umrumuzda değil," dedi. İşler bu kadarla da kalmadı. Oylama günü Haley bir tehdit daha savurarak, ABD'nin BM'ye yaptığı katkıyı kesmekle tehdit etti. Bütün bu tehditler, ABD'nin dünyadaki itibarına ve güvenilirliğine dair ciddi kuşkular yarattı. BM Genel Kurulu'ndaki oylama bu tehditler altında yapılırken, sonuçta tasarıya ABD ve İsrail dışında sadece 7 ülke ret oyu verdi: Palau, Guatemala, Togo, Nauru, Honduras, Mikronezya ve Marshall Adaları. ABD'nin yakın müttefikleri ya tasarıya kabul oyu verdi ya da çekimser kaldı. Hiçbir NATO müttefiki ABD lehine oy kullanmadı. BM'deki bu oylama, Amerikan diplomasisi ve küresel nüfuzu açısından sıkıntılı bir süreç oldu. Maddi teşviklerin ve zorlamanın sınırları New York'ta bir kez daha kendini göstermişti.
Ancak uluslararası toplum ile ABD arasındaki bu çatışmanın sadece BM'deki krize neden olmadığını ve ABD'nin inşasına epey katkıda bulunduğu uluslararası sistemlere yönelik olarak uzun vadede ciddi bir sorun yaratabileceğini de akılda tutmak gerek. ABD'nin tek taraflı adımları, onu farklı platformlarda yalnız bırakmaya devam ederek çok taraflı girişimlere zarar verebilir. Ayrıca Trump'ın Kudüs kararının bölgesel düzen açısından sorunlar yarattığı görülüyor. ABD'nin barış sürecinde bundan sonra ne tür bir rol oynayabileceği veya sürecin ilerideki gidişatı belirsiz. Buna ilaveten, bu gelişmelerin ABD dış politikasını gelecekte nasıl etkileyeceği de hâlâ belli değil. Yönetimden yetkililerin ilk tepkileri, ABD'nin uluslararası toplumun görüşünü dikkate almayarak büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma planını uygulayacağı yönünde. Fakat ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma kararı, bazı müttefikleri ile arasındaki zaten kırılgan durumda olan ilişkileri ciddi şekilde etkileyebilir. BM'deki oylama süreci, ABD'nin ülkeleri istediği yönde oy kullanmaya zorlamak için dış yardımları kullanma kararının ters tepebildiğini ortaya koydu. Militarist söylemin ekonomik bir vasıta olarak kullanılması hiç de iyi bir fikir değildi.
Kısaca özetlemek gerekirse, bu oldukça karmaşık bir durum. Kudüs kararının uluslararası sisteme, bölgesel düzene ve ABD dış politikasına çeşitli yansımaları oldu. Şu ana kadar yalnız kaldığı görülen ABD, uluslararası tepkileri dikkate almayarak tek başına hareket etmek istiyor. ABD'nin bu politikayı gerçekten de sürdürüp sürdüremeyeceği veya ne kadar sürdürebileceği ise henüz belli değil.