Bazen politika yapıcılar için en büyük sorun, bir sorunun teşhisinden ziyade çözümü için doğru bir strateji bulunmamasıdır. Bu günlerde Washington'daki en büyük sorunlardan biri de bu. Bir dizi başarısızlık, hata, yanılgı ve tartışma sonrasında artık Washington'da, son elli altmış yıldır politika yapıcıların dış politika kararlarını alırken ciddi hatalar yaptıklarına dair neredeyse görüş birliği var. Bu kritik hatalardan biri de ABD dış politikasının giderek askerileşmesi oldu. Bu askerileşme eğilimi – Theodore Roosevelt'in ifadesiyle – "sopa" kullanmayı içerdiği gibi, her sorunu askeri açıdan yaklaşılmasını da beraberinde getiriyor. Son yıllarda ABD dış politikasıyla ilgili sorunları ele alırken sürekli, stratejiden ziyade taktiklere odaklanıldığı ve diplomasi yerine askeri vasıtalara başvurulduğu vurgulanıyor.
Bu sorunlara dair genel değerlendirmelerin son örneklerinden biri de Ronan Farrow'un "Barışa Karşı Savaş: Diplomasinin Sonu ve Amerikan Gücünün Gerilemesi" adlı kitabı. Farrow daha kitabın ilk sayfalarından itibaren, Amerikan diplomasisinin 11 Eylül saldırıları sonrasında giderek askerileşmesini anlatıyor. Farrow'a göre Barack Obama yönetimi bu eğilimi sürdürüp büyük ölçüde orduya bel bağlarken, Donald Trump yönetimi konuyu yeni bir boyuta taşıdı. Farrow bunu şöyle anlatıyor: "Dünyanın her yerinde, bir zamanlar adanmış ve eğitimli bir uzmanlar grubu eliyle yürüttüğümüz müzakereler, ekonominin yeniden inşası ve altyapı geliştirilmesi gibi işler, gittikçe artan ölçüde üniformalı askerlerce idare ediliyor. Bunun bir sonucu olarak, Amerikan dış politikasının özünü farklı bir ilişkiler ağı teşkil eder oldu." Bu yeni ilişkilerin bütçedeki kaynak dağılımını da önemli oranda değiştirdiğini belirten Farrow, "Hükümet bir sürekli kriz halinde giderek işlevsiz hale gelirken, Pentagon maddi kaynak, nüfuz ve prestij açısından diğer devlet kurumlarının tümünü gölgede bırakıyor ve Beyaz Saray emekli generallerle doluyor. ABD diplomatik çözümler üretme kapasitesini yitiriyor," diye ekliyor. Tabii bu durum, ABD'nin dünyanın her yerindeki ilişkilerini de etkiledi.
Farrow'un saptamaları bazı açılardan, ABD'nin müttefiklerinin yıllardır mustarip olduğu şeyleri tarif ediyor. Amerika'nın müttefikleri bir süredir, Washington'un ne yapmak istediğini ve değişen bir uluslararası düzende nasıl bir rol oynamak istediğini anlamakta zorlanıyor. ABD'nin başvurduğu vasıtalar, tehditlere yönelik uzun vadeli bir yaklaşımının bulunmaması ve müttefikleriyle iletişim kurmaktaki başarısızlığı, müttefikleriyle arasında ciddi bir güven bunalımı yarattı. ABD'nin tek taraflı güç kullanımına ilaveten gerekli adımları atmakta kararsız kalması, onu dünyanın ihtiyaç duyabileceği son şey olan fazlasıyla öngörülemez bir süper güç haline getirdi. Son yıllarda, bilhassa DEAŞ'a karşı Suriye ve Irak'ta yürütülen mücadeledeki stratejiyi şekillendiren taktikler ve sahadaki askerler ABD'nin politikasına yön vermeye başladı. ABD'nin müttefiklerinin güvenliğiyle ilgili umursamazlığı ve anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmesi konusundaki yoğun kuşkular, ortaklarının bu ülkenin nihai amacının ne olduğunu anlamasını son derece güçleştiriyor. Ayrıca yaşanan birtakım kamu diplomasisi faciaları da dünyanın değişik yerlerinde Amerikan politikalarına yönelik ciddi tepkiler yarattı. ABD'nin kurumları arasındaki koordinasyon eksikliği, verdiği karışık mesajlar ve tutarsız tepkileri, krizlerde nasıl bir tutum aldığını anlamaya çalışanların kafasını karıştırıyor. Farrow bunun Trump ile başlamasa da son bir buçuk yılda doruk noktasına ulaştığını söylerken haklı. Ancak meselelere dair değerlendirmeler ve sorunla ilişkili tespitler çok daha uzun zamandır gündemde.
Dış politikayla ilgili kararları alan isimlerin sürekli değiştiği, ülke içinde devam eden soruşturmalar nedeniyle iç siyasetin ağırlığı altında bunalmış bir yönetim döneminde şu soru önemli: Washington'ın mevcut sorunları çözmek için dış politikada önemli ve kapsamlı reformlar yapma ihtimali nedir? Farrow'un ifade ettiği üzere, Trump yönetimi ABD dış politikasındaki bu soruna ilk yılında el atamadı. Gerçekten de, Farrow'un Rex Tillerson'ın atanmasını takiben dışişleri bakanlığında yaşanan gelişmeler hakkında yazdıkları, ABD'nin bir önceki en üst düzey diplomatının sorunları çözmek için hiçbir planı olmadığını ortaya koyuyor. Trump'ın dış politika ekibindeki değişiklikler ile John Bolton ve Mike Pompeo'nun atanmalarının ardından şimdi herkes, yukarıda sözü edilen ve ABD dış politikasındaki karar alma süreçlerini etkileyen sorunlara el atılıp atılmayacağını merak ediyor. Yönetimin mensupları arasındaki iş bölümü şu ana kadar, Pompeo baş diplomat işlevini yürütürken Bolton'ın da Beyaz Saray'ın dış politika ve güvenlik politikası alanlarındaki etkisini artırmaya çalışacağını gösteriyor. Fakat Trump'la kişisel ilişkilerinin güçlü olduğu bilinen bu yeni isimler mevcut sorunlara eğilerek dış politikada reformlar yapabilir mi yoksa belli konulardaki ajandalarını görev dönemlerinde öncelik haline getirirler mi? Bunlar, varlığı konusunda Washington'da belli bir uzlaşmanın olduğu ve herkesin cevabını bulmak istediği bir sorunla ilgili sorular.