Basra Körfezi, mevcut konumu ve potansiyeli dolayısıyla, petropolitiğin tarihinden bu yana artan bir öneme sahip olagelmiştir. Zira bugün koca Kızıldeniz'den geçen günlük 3,5 milyon varillik petrole karşın Hürmüz Boğazı'ndan dünya piyasalarına günlük 16,5 milyon varil petrol akıyor. BP Statistical Review'e göre bu rakamın 2025'e kadar % 100 gibi bir oranda artıp günlük 30-32 milyon varili bulacağı beklentisi, ispatlanmış rezervler açısından Körfez Ülkeleri'nin dünya ham petrolünün %40'a yakınını sahip olmaları, bölgeyi dünya enerji piyasasının kalpgahı konumuna itiyor. Bu hassas konumun tabii bir sonucu olarak bölgedeki enerji akışın herhangi bir vesile ile akamete uğraması ihtimali ise, bunun küresel ekonomide yaratacağı kaos ortamına işaret ediyor.
1980-1988 Irak-İran Savaşı devam ederken, Mart 1986'da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Irak'ın İran'a karşı kitle imha silahları (kimyasal ve biyolojik silahlar) kullanmasına karşı karar alınmasını, o dönem için Saddam'ın yakın dostu olan ve savaş boyunca her türlü destek ve cömertliği ondan esirgemeyen ABD ve İngiltere, red oyu kullanarak engellediler.(Gerçi İrangate Skandalı ile öğrendik ki ABD, bir taraftan hem Saddam'ı kışkırtıp savaşa sokup mali-askeri olarak desteklemiş, diğer yandan da İran'a İsrail üzerinden gizlice silah satmış. Daha da ilginci silah satışlarından İsrail'e geçen parayı da CIA, Nikaragua'daki gerillalara iktidardaki solcu hükümeti darbe ile devirmeleri için aktarmış.)
Aynı ABD ve İngiltere o kitle imha silahlarını bahane ederek 2003'te Irak'ı işgal ettiler.
ABD'nin Irak'ı işgaline kadar Basra Körfezi'ndeki askeri-politik yapı, Irak-İran güçler dengesi üzerine kurulu idi. ABD, Irak'ı işgal etmekle bu kadim dengeyi alt-üst etti. 1979 Devrimi'nden bu yana İran artan bir şekilde mezhep merkezli yayılmacı bir politika izleyegelmiş, Sünnî Arap Dünyası karşısında, Ortadoğu'daki Şiiler'in hamiliğini üstlenmek gibi bir misyonu her ortam ve şekilde kullanmaya çalışmıştır. 'Şii Hilali' mefkuresi ise bu yayılmacı ruhun tehlikeli bir tezahürü olarak doğmuştur. Fakat 'Şii Hilali'nin İran'ın çıkarları doğrultusunda şekillenmesinin önündeki en büyük engel ve tehdit her zaman nüfusunun %60'i Şii olan fakat Sünnî bir rejim ve elit tarafından idare edilegelmiş Saddam Irak'ı olmuştur. Irak, Tahran'dan bakıldığında İran'ın Ortadoğu'daki misyonu ve hedefleri açısından jeopolitik bir zaaf ve tehdit, bertaraf edilmesi gereken bir düşman olarak görülmüştür.
İran için Irak; jeopolitik bir hedef, düşmesi gereken bir kale, İran'ın Ortadoğu hakimiyeti için bir atlama taşı, güneyindeki kalabalık Şii nüfusu sebebi ile de tabii bir zaaf ve yumuşak bir karın idi.
İşte ABD Irak'ı işgal ederek, İran'a tarih boyunca eline geçiremediği fırsatı altın tepsi içinde sunmuştur ve bugün Tahran bu fırsatı kullanmaktadır. Basra Körfezi'ndeki hassas konum hep İran-Irak güç dengesi üzerinde kalmış fakat ABD'nin Irak'ı işgali körfezdeki dengeyi İran lehine muazzam bir ölçüde değiştirmiştir. Dahası İran'ı bölgede dengeleyen tek askeri gücü de ortadan kaldırmıştır. İran 1980-1988 arasında 8 yıl savaşarak Körfez'de elde edemediklerini bugün taraf olmadığı bir işgal sonrasında elde etmiştir.
Hadiseyi özetlemesi ve gelecekte haklı çıkma ihtimali yüksek olduğu için daha önce not ettiğim, Lübnan'ın Al Mustaqbal Gazetesi'nde yayınlanan analiz konu ile ilgili şunları söylüyordu: "ABD'nin Irak savaşının İran'ın çıkarlarıyla bu kadar örtüşmesi insanı şaşırtıyor. İran, ABD'yi en iyi şekilde kullandı; Güçlü bir merkezi otoritenin yönettiği Irak adlı ortak düşmanın bitirilmesi de dâhil İran bütün taleplerinin hayata geçirilmesini sağladı. ABD'nin bu rejimin düşüşünün, ordunun feshedilmesinin ve İran destekli mezhepçi partilerin serbest bırakılmasının sonuçları konusunda açık bir plan yapmaksızın Irak'ı işgal etmesinin de doğal olmadığı bir gerçek. İran zafer kazandı. ABD Irak'ın bir İran vilayeti haline gelmesi için her şeyi yaptı."
1975 yılında Lübnan'da iç savaş patlak verdi. Ardından 1982'de hem Lübnan'da kumanda bir rejim kurmak hem de güç kazanmaya başlayan FKÖ'nu yok etmek amacıyla İsrail, Lübnan'ı işgal etti. İsrail'in işgali Lübnan'daki FKÖ yapılanmasına çok büyük darbe indirdi fakat bunun sonucunda farklı bir aktörün doğmasının da önünü açtı: Hizbullah.
Günden güne İran'ın Hizbullah üzerindeki etkisi ve ona desteği arttı. 2006'da İsrail'in Lübnan Savaşı sonrasında gelişen olaylar da yine İran'ın tarafı olmadığı bir savaştan güçlenerek çıktığını bugün Lübnan'ın içinde bulunduğu dengeler sebebi ile açıkça gösteriyor. Zira geçtiğimiz Ocak'ta Hizbullah'ın hükümetten çekilmesi ile Hariri Hükümeti devrilmiş, geçtiğimiz ay ise yine Hizbullah'ın desteği ile Necip Mikati Hükümeti kurulabilmişti. Yolun başında ve sonunda İran bugün Lübnan'da söz sahibi. Aynı senaryo ABD'nin Afganistan'ı işgali sonrasında da gerçekleşti. İran bugün tarihsel olarak zaten üzerinde hak iddia ettiği Herat Bölgesi'nde önemli ve etkili bir güç konumuna geldi.
Bütün bunların tek başına İran'ın mahirane idare sanatı ile olduğunu düşünmek herhalde safdillik olur. Dahası böylesine bir 'Çevreleme Politikası' tek bir merkezin ya da başkentin ürünü olamayacak kadar bölgesel ve büyüktür. Eğer ABD, Irak'ı ve Afganistan'ı işgal etmesinin sonuçlarını İran açısından değerlendiremedi ise sanıldığı gibi büyük bir devlet değildir. Yok bu olacakları ve daha fazlasını öngördü ise durum daha da vahimdir. Ya bölgede müttefiki olan rejimleri çoktan satmıştır. Ya da geleceğin Ortadoğu'sunda mezhep merkezli büyük bölgesel bir kargaşa senaryosu en ideal olan gibi görünmektedir, bunun için de İran tabii olarak vazgeçilmezdir…
baha.erbas@usasabah.com