Son birkaç gündür dozu iyice arttı Abdullah Gül'ün adaylığı hususu. Pazartesi gününden itibaren gazeteciler birbirlerini arayıp Gül aday mı olacak sorusunu sormaya başladılar. Bir anda fısıltı gazetesinin yoğunluğu arttı. Daha önce de ismi geçiyordu ama bu kez belli ki içeriden bir söylenti dışarı sızdırılmış ve kamuoyunun tartışması istenmişti. Çünkü o geceden itibaren televizyon ekranlarında, Gül aday olacak mı konusu daha uzun zaman tartışılmaya başlandı. Tabi sosyal medyada da. Bunu ya kendisi istemişti, ki normal şartlar altında bir siyasetçi bunu isteyebilir, doğaldır yada çevresindekiler onu ikna etmek için kamuoyunun ne kadar konuştuğunu göstermek istiyordu. Bunun çok da önemi yok bu aşamada.
Adaylık konusunda muhalefet kanadında görüşmeler ardı ardına yapılıyor. CHP-SP ve İP arasında yaşanan trafiğin merkezinde Akşener'in aday olmaması, Gül'ün de aday olması yer alıyor. Ankara kulislerinden gelen bilgiler böyle ama zaten herkes köşesinde bu senaryoları da açıkça yazıyor. Kılıçdaroğlu'nun Akşener'e verdiği 15 milletvekilinin, Gül karşısında aday olarak çıkmamasını sağlamak için verilen siyasi bir rüşvet olduğu artık herkesçe dillendiriliyor. Zira Akşener'in partisinin seçime gireceği hem onlar hem de Kılıçdaroğlu iyi biliyordu. Mağduriyet algısı altında rüşvet alışverişi oldu o gün. İnanılmaz bir şekilde milletin vekilleri başları önde poz vermek zorunda kaldılar. Demokrasi tarihimiz için utanç sahnelerinden biriydi ne yazık ki.
Çarşamba gününe geldiğimizde henüz ortada aday ismi yok. Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin başında siyaset yapması için tek çıkış yolunun, ortak bir adayı desteklemek olduğunu daha önce de yazmıştık. Dolayısıyla kaybetme ihtimaline bakmadan Gül'ün adaylığı için milletvekili satma dahil her şeyi yapabildi. Bu, siyaseten rasyonel görülebilir. Siyaset duygu işi değildir diyebilirsiniz. Ama siyasetin insana dair ilişkisini ne yapacaksınız?
İşte tam da bu noktada Gül'ün adaylığı konusuna gelelim. 2007 yılında tüm muhalif çevreler o zaman Başbakan olan Erdoğan'ın aday olmaması için muhtıra dahil her şeyi yapmışlardı. Cumhuriyet mitingleri, sakın aday olma diye tehdit konuşmaları, bini bin paraydı o dönem. Peki Erdoğan bu siyasi atmosfer içerisinde ne yaptı? Siyasi olarak, ahlaki olarak, etik olarak hakkı olduğu halde Cumhurbaşkanı olmaktan vazgeçti ve "adayımız Abdullah Gül kardeşimdir" dedi. Bu noktada bir yanılsamayı da düzeltmek isterim. Uzlaşmacı, diyaloga açık kişi, kendisinin hakkı olan Cumhurbaşkanlığı gibi kimsenin reddedemeyeceği bir makamı başka birine veren Başbakan Erdoğan'dır. Herkes Gül'ün uzlaşmacı olduğunu söylüyor ama ülkeyi kendisinden önce düşünerek bu makamı reddeden Erdoğan'ın yaptığını dünyada hiçbir siyasetçi yapmaz. Uzlaşmanın siyasi tarihteki en büyük adımıydı bu. Tabiri caizse baba oğluna vermez bu makamı. Peki kime vermişti bu makamı Erdoğan? Bugün karşısına, o dönemin siyasi rakiplerinden öte, düşmanlarıyla birlikte hareket ederek aday olma niyetinde olan Abdullah Gül'e vermişti. Hem de kardeşim diyerek, hem de muhtıralara göğüs gererek hem de meydanlarda Cumhurbaşkanı olmasını sağlamak için çalışarak.
Soruyu tekrar soralım. Siyasette vefa olmaz, siyaset reel politik bir uğraştır, rasyonel bakmak gerekir diyenlere şunu soralım. Siyaset sadece siyaset yapmak için mi vardır? Etik, ahlak, vefa gibi değerlerin siyasette yeri yok mudur? İnsanla ilgili bir uğraşın, insani özelliklerden ayrı olması mümkün müdür? Biz Amerikalı mıyız, bir Rus muyuz, biz Avrupalı mıyız ki vefadan, etikten azade bir sistemi kabul edelim. Anadoluyuz biz. Çocuklarımıza vefayı, dostluğu, güzelliği, dürüstlüğü anlatıyoruz daha konuşmayı bile öğrenmeden onlar. Mesele seçim meselesi değil. Konu kimin Cumhurbaşkanı olacağı değil. Derdimiz insani değerlerimizin böylesine alaşağı edilebilme cüretinin gösterilmesidir. Abdullah Gül aday olmayabilir de. Ama bunca görüşme yapılan pazarlıklar, çıkarılan söylentilerin tamamı böyle bir niyetinin olduğunu gösteriyor. Mesele zaten niyet etmesi meselesidir. Gerisi lafügüzaf.