Başlığa bakarak bazı okurlarımız Amerikalı yazar William Faulkner'ın "Ses ve Öfke" adlı romanından söz edeceğimi sanabilir. Hayır, konumuz yüksek sanat değil. Sadece Türklerin "ses" ile ilişkisi hakkında üç anekdot anlatmak istiyorum.
Hiç aklımızda yokken alelacele verilmiş bir son dakika kararıyla bayramı Hırvatistan'ın Dubrovnik kentinde geçirdik. Her yerde Türkler vardı. Yani bizimkilerden kurtulmak kolay kolay mümkün değildi. Niye kurtulmaya çalıştığımızı soracak olursanız... İşte sebebi:
Birinci Olay: Yağmurlu cumartesi gecesi otele dönmeden önce, Troubadour Jazz Cafe'ye uğradık.
Kapının önünde bir gitarist ile bir kontrbasçı çalıyordu. Müşteriler ise tentelerin altındaki masalardaydı. Oturduk.
Yanımızdaki masada yaşları 20-22 arası iki delikanlı ile bir kız vardı. Ben Türk gençlerin cazdan hoşlanmalarının iyi bir şey olduğunu düşünürken... Gerçek kulağımda patladı!
Sanatçıları bir an bile önemsemeden, carcar konuşuyorlardı. Ama ne konuşma! Müziği duymak mümkün değildi. Ne yapsaydık? "Affedersiniz, müziği duyamıyoruz" mu deseydik?
O an aklıma Kadıköy Maarif'te okuttukları kitaptaki sahne geldi: İki kadın tiyatroda fena halde kaynatmaktadır. Arkalarındaki adam, "Affedersiniz duyamıyorum" der oyunu kastederek. Kadınlardan biri cevap verir: "Sizi ilgilendirmez; bu özel bir konuşma..."
Kalktık gittik...
İkinci Olay: Lokantadayız. Arkamızda ve onların yan tarafındaki masada iki Türk çift yemek yiyor.
Yandakiler tam kalkacakken, arkamızdaki masayla sohbete başladılar. Konu içkilerden açıldı. Sonra Suriye'ye zıpladılar. Her cümle AK Parti'ye giydirmek üzere kuruluyordu. Olabilir, siyasi tercih meselesi... Ancak masalar yakın olduğu için kulağımın içindeler.
Caz bardaki gibi kalkıp gitmek de mümkün değil. Yemekler daha yeni gelmiş... "Rahatsız oluyoruz" diyeceğim, "Ha tabii olursunuz, keh keh keh" yapacaklar, kavga çıkacak. Sustum.
Alaturka akıl yürütmelerle dolu sohbeti, "Rahmetli Vehbi Koç mezarından kalksa, Mustafa'yı döver"e kadar vardırdılar. Neden? Sakal bırakarak iktidarın dümen suyuna girmiş!
Neyse... Konuşma bitti. Ama ben aradaki 15-20 dakikada ne yediğimi, nasıl yediğimi anlamadım.
Üçüncü Olay: AtlasJet'in 819 sefer sayılı uçağıyla Dubrovnik'ten hareket ettik. Yağmur, şimşekler... Uçak sallanıyor. Pilot yolcuları sakinleştirmek için espriler yapıyor...
Bir saat filan geçti. Fırtınadan çıktık. Yukarıdan açılan ekranlarda komik videolar göstermeye başladılar. Olabilir.
Ama olmayacak bir şey oldu: Hoparlörlerden tahammül ötesi yükseklikte bir ses yayını başladı. Şöyle anlatayım: TV'nin sesini bu kadar açarsanız, başınız komşularınızla derde girer. Önce kalorifer tesisatına vururlar, sonra kapıya dayanırlar.
Hostese, "Kıssanıza şunu..." diye bağırdım. Bağırdım çünkü sesimi başka türlü duyuramazdım. "Ben bir şey yapamam" deyip çekti gitti. Halbuki kaptana iki kelime söylemesi kafiydi.
Bu davranış üzerine sorun çıkarmaya karar verdim. Ben o kaptana derdimi anlatmayı bilirdim.
Ama vazgeçtim: Çünkü 210 kişilik uçakta benden başka kimse itiraz etmedi bangırdayan hoparlörlere... Ağır işiten yaşlıların rahatlığıyla kuzu kuzu dinlemeye devam etti Türkler...
Yanımdaki gence, "Acaba bu hoparlör mü bozuk" dedim. "Az önce orta bölümdeydim, orada da çok yüksek" dedi.
Gözlerimi kapadım ve ses işkencesinin bitmesini bekledim... Sağ salim yere konduğumuzda yolcular pilotu alkışladı.