Bülent Ecevit'in en çok tartışılan fikirlerinden biri 'Köykent Projesi'ydi. 1970'lerde bu fikri ortaya attığında kulağıma hoş gelmişti ama herhalde epey genç olduğumdan aklım ermemişti.
Aradan yıllar geçti. Üniversitede 'kır sosyolojisi', 'köylü toplumların sosyolojisi', 'kent sosyolojisi', 'toplumsal gelişme' gibi dersler gördüm. Yine de Ecevit'in 'köykent' derken tam olarak neyi kastettiğini anlayamadım.
Ecevit'in bir bildiği vardı elbette. Ama ne? O mu anlatamıyordu, biz mi anlamıyorduk?
Derken, son başbakanlığı döneminde, köykent projesi Ordu'nun Mesudiye ilçesinde gerçekleştirilmeye çalışıldı. Çavdar köyü merkeze alınarak, 9 köy asfalt yollarla birleştirildi.
Sağlık, spor gibi alanlarda yatırım yapıldı, hizmet götürüldü.
Sonuç: Hiç. Sıfır.
Mesudiye köylüleri de bölgeye akan onca paraya karşın Ecevit'i anlamamış olacaklar ki son seçimde oylarını ondan esirgedi. Zaten ağır aksak giden işler, yeni hükümet döneminde yarım kaldı. Kereste fabrikası iflas etti.
Halbuki Ecevit ne diyordu 2002 sonbaharında:
"Köykentle birbirine yakın köyler arasında işbirliği kurulacak, 4-5 köye okul götürmek yerine köykentlere okullar yapılacak. Sağlık ekipleri kurulacak. Tek bir köyün halkı fabrika kuramaz. Ama birbirine komşu 10 köyün halkı, devletin de yardımıyla fabrika kuracak. Bu şekilde inşallah çok yakında Türkiye'nin köyleri kentleşecek."
Köykent projesi Ecevit'in 1970'lerde kullandığı 'Kalkınma köyden başlayacak' sloganının uzantısıydı.
O da kulağa hoş geliyordu tabii... Ancak dünyanın hiçbir yerinde kalkınma köyden başlamaz; başlayamaz.
Köye su götürmek, elektrik bağlamak, sağlık ekibi göndermek, spor salonu yapmak 'kalkınma' değildir.
Bunun adı; kentlerden, sanayi bölgelerinden ve piyasaya çalışan çiftçilerden toplanan verginin, popülist politikalarla kırsala aktarılmasıdır. Suyu kuma dökmeye benzer.
Velhasıl Ecevit'in köykent projesi, kentli aydının romantik halkçılığından ibaretti.
***
Peki köykentin gerçekleşme olasılığı hiç mi yok?
Bugün başlayan "İstanbul'da Yaşam Kültürü Sempozyumu" için göçle ilgili kitapları karıştırıyordum. 1997'de yapılan "Türkiye'de İçgöç Konferansı"nın metinlerini okurken ilginç bir anekdotla karşılaştım.
Kırsal alanın dönüşümü üzerine epey çalışmış olan ODTÜ hocalarından Prof. Bahattin Akşit, kendi köyünün nasıl değiştiğini anlatmıştı.
Prof. Akşit, Denizli'nin Honaz ilçesine bağlı Aşağıkaraçay köyündendi. İlçeye 20, merkeze 40 km. uzaktaki bu köy Denizli ile sıkı bağlar kurması sayesinde ayakta kalmıştı.
1980'lerde 100 kadar tezgâhla fason olarak Amerikan bezi üreten köydeki 1990'lardaki değişimi Akşit'ten dinleyelim:
"Denizli mucizesi benim köyüme de geldi. Köyden 150 kadar genç kız ve erkek, 25 km. uzaklıktaki Denizli Organize Sanayi Bölgesi'ndeki fabrikalarda çalışmaya başladı. Böylece benim köy, fabrika işçilerinin uyuduğu, dinlendiği, beslendiği; kısaca yeniden üretildiği bir yerleşim mekânına dönüştü. Köy kentin bir mahallesi haline gelmedi. Köy hâlâ bir köy. Ancak köy ve kent arasındaki fark 1950'lerdeki, 60'lardaki açıklığını kaybetti."
Yani Aşağıkaraçay köyü, Prof. Akşit'in anlatımıyla, piyasaya ve sanayie entegre olarak varlığını korumuş, bir bakıma 'köykent' haline gelmişti.
Buna karşılık, piyasa mekanizmalarını iyi işletmek yerine, yapay bir biçimde kentleştirilmeye çalışılan Ecevit'in Mesudiye köyleri, para musluğu kapatıldığı anda eski haline dönüvermişti.