Türkiye'de çok uzun süredir bir "kutuplaşma" ikliminden ve "mahallelerden" bahsediliyor. Mahalle kavramı "mahalle baskısı" ifadesiyle ilk olarak 2007 yılında Şerif Mardin tarafından kullanılarak yaygınlık kazanmıştı.
Mahalle kavramı o dönemde Türkiye'nin "küçük geleneğini" (taşrası) resmediyor; mahalle baskısı da muhafazakar ve dindar kesim tarafından seküler yaşam tarzına sahip insanlara uygulanan dışlayıcı ve ötekileştirici bir "tutum" olarak ortaya konuyordu. O dönemde bazı çevreler bu sosyolojik ve psikolojik kavramsallaştırma üzerinden demokratik yollarla iktidara gelmiş olan AK Parti'yi sınırlandırma imkanı bulduklarını düşündüler. Siyasi muhalefet daha o dönemde yaşam tarzı tartışmalarına sıkıştırılamaya başlandı.
Türkiye'de son 20 yılda -herkesin kabul edeceği üzere- televizyon ekranları renklendi, bürokrasi ve akademide sınırlı olmak kaydıyla toplumsal temsiller ve söylemler çeşitlilik kazandı. Bu anlamda tekelci- kapalı bir yapıdan çok sesli bir yapıya geçilmiş oldu.
Ancak bu süreç pek çok sert ve yumuşak müdahale ile sekteye uğratılmaya çalışıldı. Bunun en ağırı 28 Şubat ve 15 Temmuz darbeleriyle yaşandı. Bu anlamda mahalle baskısı kavramınıdarbeye ve okuldan atılmalara, işten çıkarılmalara maruz kalarak gerçek baskıyı yaşayan muhafazakarları eleştirilmek için kullanılması ironiktir. Varsayılan veya korkulan yaşam tarzı baskısı yaşanan ve gerçek baskılar karşısında sadece bir "algı" olarak kalmıştır.
Günümüzde artık mahalle deyince Mardin'in Robert Redfield'den ilham alarak kavramsallaştırdığı küçük gelenek ve taşra değil, ideolojik ve siyasi tercihlerin belirlediği grup aidiyetleri anlaşılıyor. Bu yüzdendir ki entelektüeller, akademisyenler, siyasiler ve gazeteciler "bizim mahalle" dediklerinde ideolojik ve siyasi aidiyetlerine gönderme yapıyorlar. Türkiye'de mahalle aidiyetlerinin sadece kişilerin kendilerini tanımladıkları bir kategori değil, çoğu zaman dışardan belirlenen bir çerçeve olduğunu da belirtmek gerekir.
Mahalle içi baskı
Günümüzde mahallelerin birbirine uyguladıkları baskılardan ziyade mahalle içindeki baskıların da konuşulması gerekir. Zira siyasi atmosfer ve toplumsal dönüşümle birlikte içine kapanan taraflar esasında "karşı mahallede" gerçekte ne olduğunu bilmiyor. Zannedildiği gibi bu "mahalleler" bütüncül bir "blok" değiller. Bugün itibariyle "mahalle" sınırları siyasi tercihler açısından keskin çizgilerle ayrılmış olsa da bu gruplar toplumsal ve ideolojik konularda farklı sesler barındırıyorlar.
Bu nedenle sol ve sağ mahalle kavramları sosyolojik bir kategoriden çok ideolojik- taraflara hatta "profesyonelliklere" işaret eder. Türkiye'de toplumsal manada bir gerçeklik olarak "mahalleler" sahici, yerli ve birbirine karışmış yapılardır. Tamamen homojen bir "mahalle" yoktur. Ancak sade vatandaşların oluşturduğu bu mahallelerin farklılıkları kadar benzerlikleri de organiktir. Kavgaları kadar dayanışmaları da sahici ve gerçektir. Oysa "profesyonel muhafazakarlık", "profesyonel Müslümanlık" gibi "profesyonel solculuk" da siyasi tercihler ve çıkarlar üzerinden belirlenir ve yapaydır. Ancak bu gruplar içinde de farklı sesler ve görüşler ve yaklaşımlar mevcuttur zira her mahalle fertlerden oluşur.
Türkiye'de siyasi muhalefet bazı kesimler için o kadar belirleyici hale geldi ki sadece "karşı mahallede" bir resme girmek bile gruptan dışlanmak için bir gerekçe olarak yeterli sayılabiliyor. Bu minvalde, kadın çalışmalarıyla ilgili "muhafazakar mahallenin" organize ettiği bir çalıştaya katıldığı için başarılı bir kadın akademisyen, sadece bir devlet adamıyla birlikte sanat icra ettiği için Erkan Oğur gibi bir sanatçı, ve intihar etmeyi kabul etmeyip yaşamı seçtiği için Grup Yorum'un genç bir üyesi kendi "mahallesi tarafından" lince uğradı. Artık insanların katıldıkları toplantılarda ne söyledikleri, neyi savundukları veya mesleki ,akademik sanatsal üretimleri değil sadece "karşı mahalleyle" iletişim halinde olmaları bile linç uğramaları için yeterli. Bu durum kapalı cemaatlerde bile zor rastlanan bir "yobazlık" örneğidir. Artık sadece mahalle baskısı kavramıyla muhafazakar camianın bir baskı unsuru olarak gösterilmesinin ötesinde sol ve diğer ideolojik "mahallelerde" bireylere uygulanan baskılar konuşulmalıdır.
Küresel baskı vs. mahalle baskısı
Elbette her toplumda, mahalle ve grupta "baskı" olarak algılanabilecek yazılmamış kurallar, dini veya kültürel adetler, alışkanlıklar yani bir "hava" mevcuttur. Ancak en azından bu baskının nereden geldiği belli ve hesap edilebilirdir. Belli ve dar sınırda geçerlidir. Ancak Türkiye'nin "mahallelerini" harap eden esas tehdit küresel hegamonyadır. Bu baskı iklimini Türkiye açısından tehlikeli kılan şey bunun sadece küresel- homojen bir "kültür teklifi" olmayıp "kültür endüstrisi" haline gelmiş olmasıdır. Bu endüstrinin araçları da teknolojik açıdan daha güçlü ve yayılma kabiliyeti açısından daha hızlı ve dayatmacıdır.
Türkiye içindeki "mahalleleri" kiralamış küresel, hegamonik bir ideoloji ve kültür mevcut. İnsanları kendi hayatlarıyla ilgili doğrudan hiçbir bağı olmamasına rağmen pek çok konuda tavır almaya zorlayan ve bu dogmatik yapı, tüm mahalle fertlerini bazı küresel merkezlerin çıkarları doğrultusunda tek tipleştirmektedir. Bu hegamonik kültür dalgasının merkezinde haz ve tüketim bulunuyor.
Başkasının "gözü" bizi kontol eder, denetler ve yargılayabilir. Gözler üzerimizdeyse izleniyoruzdur. Bu nedenle göz, baskının en görünen aracı olarak literatürde de karşımıza çıkar. Belki artık Türkiye "mahalleleri" siteleşiyor, Türkiye nüfusu kentleşiyor. Komşular komşuları, akrabalar akrabaları belki daha az görüyor ve "gözetliyor" ancak sosyal medya üzerinden çok daha büyük bir "göz" ve "kulak" bizi gözetliyor, öyle veya böyle tepkiye zorluyor.
Küresel baskı büyüklüğü nispetinde giderek silikleşen "mahallelerin" baskısından daha güçlü ve belirleyicidir. Bu nedenle Türkiye'nin "sol" mahallleri de "yerli ve milli" mahallelerinin sakinleri de küresel bir köyün Türkiye şubesi olmanın ötesinde bir vazifeye talip olarak mahalle sakinlerini bu küresel baskıdan korumanı yollarını aramalıdır.
Bu da gençleri bu tek tipleştiren küresel bir yapıya teslim etmek yerine onların ferdiyetlerini ortaya çıkaracak, onlara kendilerini ifade etme ve potansiyellerini gerçekleştirme imkanı tanıyacak gerçek ve sahici bir refah ve özgürlük ortamının yaratılmasıyla mümkündür.