Avrupa'da İslam düşmanlığı (İslamofobi) son dönemin belki de en çok konuşulan konularından biri. İslam düşmanlığı her yerde olduğu gibi Avrupa'da da kadınlar üzerinden kendini gösteriyor. Sadece ırkçı aşırı sağcılar değil, kadın hakları savunucuları ve liberallerin de konu Müslüman veya başörtülü kadın olunca yeni tanımlar, yasalar ve kategoriler oluşturmaya başladıkları görülüyor.
Anayasanın herkese tanıdığı temel haklar bu kategori, tanım ve yasalarla kısıtlanıyor. Geçen hafta Alman Meclisinden sessiz sedasız çıkarılan anayasa güvencesindeki dini özgürlükleri kısıtlayıcı yasa da (7 Mayıs 2021) bunların biri. Yeni yasaya göre memurların "objektifliğini" ve "tarafsızlığını" zedeleyecek bir "dini sembol" ve kıyafet taşımaları yasaklanabilecek. Oysa başörtülü olmamak bir yana, devlet memurluğu bile tarafsızlık için bir kıstas değildir. Nitekim Alman kurumlarında da ırkçı örgütlenmeler ve kurumsal ayrımcılıklar yaşanıyor.
Başörtüsü kimin sembolü?
Avrupa'da başörtüsünün ona özel bir misyon yüklenerek ve dini veya siyasi bir sembol şeklinde kategorize edilerek saf dışı bırakılmaya çalışıldığı görülüyor. Başörtüsünün siyasi bir sembol olduğu iddiası da dini bir sembol olduğu tezi de bize ait değildir. Başörtüsünü siyasallaştırma ve sembolleştirme çabalarının hedefi ise ancak başörtüsü karşıtlığının tarihi, felsefi ve sosyolojik yönleri anlaşılırsa gerçekten anlaşılabilir. Başörtüsüne gösterilen aşırı tepkilerin nedeni anlaşılmak isteniyorsa sadece neden başörtüsü değil "Hangi başörtüsü?" diye de sormak gerekir.
Hangi başörtüsü?
Batı'da İslam "siyasal İslam, reform İslamı" vb. tanımlamalarla tarihi toplumsal ve psikolojik telmihlerinden arındırıldığı gibi, başörtüsünden de yeni bir dini ve siyasi "sembol" yaratılmaya çalışılıyor. Başörtüsünü siyasallaştırmanın ve ona asli manaları dışında vazifeler yükleme çabasının tarihi, dini ve sosyolojik kodlarının iyi okunması gerekiyor. Ancak meseleyi bu yönleriyle ortaya koyarsak bu siyasileştirmeyi hükümsüz kılabiliriz.
Tıpkı Hristiyan "Baba-Tanrı" figürünün çağdaş zihinlere erkek hegemonyasını çağrıştırması gibi, başörtüsü de Hristiyan geleneğin ona yüklediği olumsuz anlamlarla yüklüdür. "Kadın başını örtmelidir, çünkü erkek Tanrı'nın benzeyişinde olup Tanrı'nın yüceliğini yansıtır. Kadın ise erkeğin yüceliğini yansıtır. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. Bu nedenle ve melekler uğruna kadın, bir yetki işareti olarak başını örtmelidir." İşte İncil'deki bu ezilen kadın, baskıcı erkek, ve başörtüsü denklemi Avrupalı zihinlerde hala canlıdır. Başörtüsü nefreti aydınlanmacı, pozitivist ve seküler Avrupa'nın bu kendi bilinçaltıyla kavgasıdır. Seküler Avrupa geçmişiyle kavgasını İslam üzerinden vermektedir. İslam düşmanlığı bir yandan seküler paradigmanın reforme edilmemiş tek din olarak gördüğü İslam'a karşı tepkisiyken, başörtüsü karşıtlığı da seküler paradigmanın Helen-Yunan'dan itibaren süregelen hazcı ruhunun bir yansımasıdır. Başörtüsünü sembolleştirmek, onun vakar ve asaleti temsil eden anlamının bir "şeye", siyasi-dini bir sembole veya aksesuara indirgenerek hükümsüzleştirilmesidir. Müslümanların her şeyi "bir şeye" indirgenerek onun tasfiyesiyle tüm değerler sistemi tasfiye edilmek istenmektedir.
Başörtüsünün İslam'ı temsil eden siyasi bir sembol olduğu tezi tarihi gerçeklere de dinin ruhuna da aykırıdır. İslambilimci Hüseyin İnam'ın da belirttiği gibi en azından 19. yüzyılın başlarına kadar başörtüsü İslam'ın bir temsili olarak bile algılanmıyordu. Başörtülü bir kadının Müslüman mı yoksa diğer dinlere mi mensup olduğu hemen anlaşılmıyordu. Günümüzde başörtüsünü İbrahimi gelenekten kopararak sembolleştirme ona yeni siyasi anlamlar yüklenmesi yoluyla yapılıyor. İslam ve başörtüsü düşmanlığının ulus devletin güvenlik perspektifiyle azınlık kültürleri asimile gayretlerinin sonucu olmasının ötesinde meselenin bu yönü de ihmal edilmemelidir.
Haklar dönemi bitti
Aydınlanmayla başlayan ve Tanrı'nın merkezden kovularak insanın merkeze alındığı hümanizma dünya görüşü önce insancıl bir ideoloji gibi pazarlansa da kısa sürede bu insandan kastın örneğin bir zenci veya Ortadoğulu olmadığı anlaşıldı. Kendini her şeyin ölçüsü olarak gören ve tanımlama üstünlüğü benimdir diyen bir medeniyetle karşı karşıyayız. Zira yine Hüseyin İnam'ın belirttiği gibi medeniyet tarihi açısından bakıldığında Yunan geleneğinin "Anthrōpos metron hapantōn" (İnsan her şeyin ölçüsüdür) ilkesindeki "insan" aslında bir erkek ve Avrupalıdır. Batı medeniyetinin geçmişinde zencilere uyguladığı aşağılama ve ırkçılık da işte bu insan anlayışıyla mümkün olabilmiştir. Zira Avrupa kendi kültür havzasında standardize ettiği bir insan modeli dışında kimseyi bu tanım içine sokmuyor.
Avrupa'nın anayasa temelli evrensel değerler iddiası, Müslümanları yeni yasalarla bu hakların dışında tutma gayretiyle apaçık bir çelişki içindedir ve bu çelişkiyi çözmek Batı medeniyetini kendi meselesidir. Dini önce kiliseye, sonra vicdana sonra da karikatürlere öteleyen seküler paradigma, Müslümanlarla birlikte İlahi olanla gündelik hayatta yeniden karşılaşmıştır. Ancak bu sorunu özgürlük, eşitlik veya demokrasi bağlamında yorumlamak yerine, Müslümanlara havale ederek onlardan gündelik hayata kimliksizleşmelerini talep etmektedir.
Avrupa'da insan haklarının dışarıdan gelen "öteki" paydaşları çoğaldıkça "haklar" dönemi de kapanıyor. Anayasasındaki evrensel ilke ve değerleri pratikte kendileri gibi olmayanlara karşı uygulamaya gelince bu işten zararlı çıkacağını düşünen Avrupa, örneğin önce bir insan hakkı olarak tanımladığı iltica hakkını Yunanistan'da kaldırıyor; dini özgürlükler veya eşitlik gibi ilkeler Müslümanlar söz konusu olunca rafa kalkıyor. Günümüz Avrupası'na bakınca acaba insan hakları ve demokrasi Avrupa içi çatışmalarda birbirini yiyen Avrupalılara karşı bulunmuş bir "iç çözüm" müydü diye düşünmemek elde değil.
Yeni bir mücadele dili ve sosyolojisine ihtiyacımız var. Karşıdakinin yeni anlamlar ve tanımlarıyla yukarı kaldırdığı değerlerimizi usulca asli ve asil yerlerine geri koymalıyız. Bunları onların yükselttiği ve saldırdığı yerden alıp savunmak bir kimlik savunusu değildir. Başörtüsünü siyasi sembol değeri yüklemeye çalışanları onu bayraklaştırarak değil, bu nefret dilini ifşa edecek tarihi, dini ve sosyolojik tahlillerle karşılamalıyız. Bizim olmayan cephelerde verdiğimiz savaşları kaybetmeye mahkumuz.