İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel siyasi ve iktisadi düzeni yapısal olarak sarsabilecek krizlere rastlanmamaktadır. Birinci ve ikinci dünya savaşları; 1929 ekonomikbBuhranı ve 1918 İspanyol Gribi salgını gibi kuşatıcı istikrarsızlık dalgalarının son 70 yıldır yaşanmadığı görülmektedir. 2008 finansal krizinin etkileri ise ABD ve Avrupa liderlerinin öncülüğünde yönetilebilmiştir. G-20 mekanizmasının oluşturulması ve G-20 ülkelerinin koordineli önlemleri sayesinde, kriz büyük ölçüde sınırlandırılabilmiştir. Ekonomik krizin etkileri özellikle Batı'da aşırı sağ, aşırı sol ve popülist siyasi hareketleri yükselişini tetiklemiştir. Bu gelişmeler Batı siyasetinde istikrarsızlık ve belirsizlik dalgasının oluşmasına neden olsa da bu aşamada doğrudan veya dolaylı olarak sıcak çatışmalara neden olmamıştır.
Orta ve uzun vadeli etkileri açısından Koronavirüs (Covid-19) krizinin dünya siyaseti açısından çok daha fazla istikrarsızlaştırıcı etkisi olma potansiyeline sahiptir. Dünya siyasetinde çatışmaları önlemeye/kısıtlamaya yarayan ve bu çatışmaların çözümüne katkı sağlayan önemli mekanizma süreçler bulunmaktadır. Bu süreçler BM, AB, G-8, G-20, AGİT gibi uluslararası kurum ve birliktelikler; uluslararası norm ve kurallar; ülkeler arası ortak çıkarları destekleyen ticaret ve finansal etkileşimler; hegemonik öncülük veya uluslararası liderlik vizyonu şeklinde özetlenebilir. Bu süreç ve mekanizmalara başka unsurlar da eklenebilir ancak temel olarak bu mekanizmalar ön plana çıkmaktadır. Koronavirüs krizi ile ilgili en önemli sıkıntı, henüz bu mekanizmalardan birinin ön plana çıkmamasıdır. Bunun da ötesinde, mevcut kurum ve süreçlerin daha da fazla yıpranacağına dair tahminlerdir.
Koronavirüs salgını uzun vadeli etkileri itibarıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan küresel dalgalanmaların tümünden daha fazla etkiye sahip olması beklenmekte. Hem coğrafi yayılma ve etki alanı olarak küresel hem de nihai etkileri açısından son derece kapsayıcı bir kriz ile karşı karşıyayız. Kriz ilk aşamada sağlık sistemlerini etkiledi. Bundan sonraki etkilerini ise küresel ticaret ve tedarik zincirlerindeki ciddi aksamalar şeklinde gösterecektir. Dünya üretiminde ve ticaretinde kayda değer aksaklıklar yaşanacaktır. Bu aksaklıklar ve ekonomilerin içe kapanmasına, birçok ülke ekonomisinde büyük çaplı çöküşlere ve bunun neticesinde ekonominin diğer alanlarında yapısal dönüşümleri tetikleyecektir. Koronavirüs salgını dünya ekonomisi açısından büyük bir kırılma noktası olacaktır. Dünya ekonomisi büyük ihtimalle salgın öncesi düzene dönemeyecektir. Bu dönüşüm bazı ülkeler, bazı ekonomik aktörler ve bazı sektörler açısından ciddi maliyetlere neden olacaktır. Ancak bu dönüşümü fırsata çevirerek durumdan istifade eden aktörler de olacaktır. Her hâlükârda uluslararası ticaretin ve karşılıklı bağımlılığın azalacak olması, uluslararası çatışmaların önlenmesi noktasında olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
İktisadi dönüşüm ve ticaret alanında yaşanabilecek aksamaların etkileri aşamalı olarak siyasi alana da yansıyacaktır. Krizin etkilerini yönetmeye yönelik uluslararası bir dayanışma ve kriz yönetimi yaklaşımının ortaya çıkamaması ise ekonomi ve siyaset üzerindeki yıkıcı etkilerin daha belirginleşmesine neden olacaktır. Bu krizin bu kadar yapısal bir dönüşüme yol açmasını sağlayabilecek temel parametre ise krizin dünya ekonomisinin ve dünya siyasetinin çevre bölgelerinde değil doğrudan merkezinde meydana gelmesidir. Batı ülkeleri arasında halen bu görüntüyü değiştirmeye yönelik örnek bir liderlik tavrı ortaya çıkamamıştır. Almanya Şansölyesi Angela Merkel, şu zamana kadar Almanya'nın Koronavirüs krizini diğer önemli Avrupa ülkelerinden daha aza hasar alarak tecrübe etmesine öncülük etmiştir. Ancak Merkel, 2008 iktisadi krizi ve 2015-2016'daki göç krizi gibi bu krizi Avrupa nezdinden yönetebilmek için bir liderlik tavrı gösterme konusunda istekli değildir. Almanya'nın bu aşamada böylesi bir rolü oynayabilecek iktisadi gücü ve motivasyonu da mevcut değildir.
Koronavirüs salgını, Çin'den ve Uzak Asya'dan yayılmaya başlamış olmasına karşın, bu bölge en azından ilk aşamada krize karşı daha dirençli bir tepki vermiştir. Özellikle Japonya, Güney Kore, Singapur ve Tayvan, salgını sınırlama noktasında etkili adımlar atmışlardır ve mücadeleyi başarılı bir şekilde sürdürmektedirler. Avrupa ise İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanan en büyük kriz olarak tanımlanan salgın karşısında tam bir savrulma yaşamaktadır. Dayanışma ve eşgüdümün en fazla gerektiği bir sorun karşısında ciddi bir parçalanma ve savrulma yaşayan Avrupa İtalya ve İspanya gibi krizden en fazla etkilenen ülkelere yardım edememektedir. Bu tavır bu ülkelerde hayal kırıklığına neden olmuş ve genel olarak Avrupa çapında, AB'ye olan güveni sarsmıştır. Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler'in diğer alt kuruluşları da krizin yönetimi konusunda etkisiz kalmaktadırlar.
ABD ekonomisi ve siyaseti ise kriz yönetimi yaklaşımı açısından fazla ümit vadedememektedir. ABD eğer küresel liderliğini muhafaza etmek istiyorsa bu krizin aşılması noktasında da liderlik vizyonu sergilemek durumundadır. Mevcut Amerikan liderliği böylesi bir liderlik ve birleştirici vizyonun çok uzağındadır. Donald Trump yönetimi halen krizin sorumluluğunu başka aktörlere atarak kendisi üzerindeki baskıyı azaltmaya ve kendisine yönelik eleştirileri hafifletmeye çalışmaktadır. Trump'ın Koronavirüs salgınına dair tavrı, daha çok Kasım 2020'de yapılacak başkanlık seçimine odaklanmaktadır. Amerikan kamuoyu bile Trump yönetiminin krizi yönetme tavrından memnun değildir. Özellikle New York, New Jersey ve Louisiana eyaletleri Koronavirüs salgını ile başa çıkamamaktadır. Bu eyaletlerin valileri ve yöneticileri, federal hükümeti kendilerine yardım konusunda eksik ve duyarsız kalmayla suçlamaktadırlar.
Krizin yıkıcı ekonomik tablosu netleşmeye başladığında ise ABD'deki eleştiriler daha gür bir sesle ifade edilmeye başlanacaktır. Uluslararası aktörler açısından ümit vaat eden ve güven telkin eden duruş ise bu yaklaşımın çok dışındadır. Dönemin gerektirdiği, uluslararası camiaya güven veren ve birleştirici bir tona sahip olan bir duruştur. Trump yönetiminin Amerikan çıkarlarını önceleyen "Önce Amerika" yaklaşımı dönemin ruhuna uygun bir liderlik vizyonu vaat etmemektedir. Aksine uluslararası norm ve değerleri zayıflatan bir etkiye sahiptir. Ne Washington ne de Brüksel Koronavirüs krizi karşısında böylesi bir duruş sergileyebilmiş değildir. Pekin yönetimi böylesi bir liderlik rolünü oynamaya daha istekli görünmektedir. Özellikle salgının Çin'de büyük ölçüde kontrol altına alınabilmiş olması ülkeye bir avantaj sağlamaktadır. Ancak krizin Çin çıkışlı olması, Pekin yönetiminin uluslararası kamuoyu tarafından olumsuz algılanmasına neden olmaktadır. Öte yandan Çin'in krizle ilgili tavrının şeffaf olmadığı ve güven telkin etmediğine dair algı ise henüz kırılabilmiş değildir.
Koronavirüs krizi sonrası muhtemel dönüşüm ve senaryolar göz önünde bulundurulduğunda, dünya siyaseti açısında son derece sancılı bir döneme girildiği söylemek gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Dünyada çatışma ve krizleri önlemeye yarayan süreç ve mekanizmalar oldukça etkisiz kalmaktadırlar. Koronavirüs krizi karşısındaki etkisizlikleri bu süreç ve mekanizmaları daha da fazla yıpratacaktır. Küresel ve bölgesel alanlarda yapıcı liderliklerin olmadığı, uluslararası kurum ve normların yıprandığı, uluslararası ticaret ve ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılığın ve dayanışmanın azaldığı ve toplumların giderek ekonomik zorluklara sürüklendiği bir ortam, istikrarsızlık ve kaoslara davet çıkarmaktadır. Bu ortamda doğru tavrı sergileyen, bütünleştirici ve dayanışmacı tavrı ön plana çıkaran ve paylaşım konusunda daha fedakar davranan aktörler yeni dönemde daha etkin roller oynayabilirler. Uluslararası liderlik tavrının ve dayanışmacı yaklaşımın ne ölçüde krizleri dengeleyici rol oynayabilecek gelecek dönemde yaşanabilecek çatışmaların seyrini belirleyecektir.