Türk dış politikasının çok boyutluluk özelliği artık her geçen gün genişleyen ve derinleşen ilişkiler ağıyla kendini gösteriyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindeki kalabalık bir heyetin altı günlük Latin Amerika gezisi sadece Türk dış politikası için bir açılımı değil, benzer siyasi kökleri ve kaderiyle aslında farkına varmadığımız bir ortaklığın derinleştirilmesidir. Türkiye-Latin Amerika ilişkilerini ve geleceğini anlamak ve bunu sağlıklı bir çerçeveye oturtmak için Latin Amerika'ya nasıl bakılması gerektiği sorusuna cevap vermek gerekir.
Öncelikle şunu vurgulayalım: Türkiye'de yıllardır var olan Latin Amerika romantizmi ilişkilerin gelişmesine hiçbir reel katkı sağlamamış sadece realiteden yoksun bir duygusal atmosfer oluşturmuştur.
Artık Türkiye-Latin Amerika ilişkilerini bu romantizmden kurtarmak gerekir. 2006 yılında 'Latin Amerika yılı' ilan edilmesinden beri bu anlamda bir normalleşme ve rasyonel zeminde ilişkileri yeniden kurma çabası vardır. Açılan yeni elçilikler, TİKA, YTB ve Diyanet'in daha etkin bir şekilde kıtaya ilgi göstermesi ve en önemlisi karşılıklı ticari ilişkilerin artması bu ilişkide yeni bir dönemin altyapısını sağlam bir şekilde oluşturmaktadır.
Geleneksel olarak Latin Amerika, ABD'nin arka bahçesi gibi görülmekle birlikte Amerikan karşıtı hareketlerin en yaygın olduğu kıtadır da. Fakat Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte Latin Amerika fikrî ve siyasî yapı anlamında ciddî değişikliklere uğramıştır. Bu değişiklik, kendisini üç temel formda göstermiş olup şu an kıtanın geleceği anlamında bu üç siyaset tarzı derin bir yarış içindedir.
Bu eğilimler, temel olarak Amerikan eğilimli, Amerikan karşıtı ve sol meyilli ve son olarak da aslında kökleri sol eğilime dayanan fakat kendilerini ortanın solu olarak ifade eden ve kendi çıkarları ile neo-liberal politikalar arasında bir denge arayışında olan siyaset yapma tarzlarıdır. Bu son eğilim daha çok kendisini Lula da Silva'nın devlet başkanı olmasından bu yana Brezilya üzerinden göstermiş ve şu an itibariyle hem siyasî demokratikleşme hem de ekonomik refah anlamında kıtada örnek olarak gösterilmektedir. 21. yüzyılda Latin Amerika'nın geleceği, bu üç siyasî projenin hangisinin daha başarılı olup kıtada yayılacağı ile ilgili bir 'fikirsel' mücadelenin sonucuna göre belirlenecektir.
Yeni siyasi rüzgârlar
Latin Amerika, Ortadoğu ve İslam dünyası ile uluslararası siyasetteki yeri itibariyle aslında benzer bir kaderi paylaşmaktadır.
Soğuk Savaş döneminde her iki bölgede de Amerikan/Batı karşıtlığı en üst düzeydedir.
Fakat ideolojik duruşları iki farklı biçimde kendisini göstermiştir. Latin Amerika'da sol hareketler, İslam dünyasında ise İslamî hareketler, Batı karşıtı alternatif siyasî duruşların temsilcisi ve sözcüsü olmuştur.
Soğuk Savaş'ın bitmesi sonucunda ise 1990'lardan bugüne gelinceye kadar Latin Amerika'da birçok sol parti/grup iktidara gelmiş olup bunlardan Venezuela gibi ilk iktidara gelenler anti-Amerikancı bir söylem ve 1980'lerin anlayışı üzerine kurdukları sert ve radikal bir siyasî tavır takınmaktadırlar.
Aynı şekilde İslam dünyasında iktidara gelen ilk İslamî siyasî partiler duruş itibariyle 'radikal' olarak değerlendirilmiş ve uluslararası sistemden dışlanmıştır.
2000 yılı sonrasında hem Latin Amerika'da hem de İslam dünyasında yeni bir siyasî rüzgâr esmektedir.
Latin Amerika'da kendi iç dinamiklerinden ayrılmadan fakat aynı zamanda Batı'yla da sürekli çatışma içinde olmayan pragmatik yeni bir siyasî alternatif proje yürürlükte olup, başarılı bir grafik çizmektedir.
Aynı şeyleri Türkiye'nin AK Parti ile birlikte İslam dünyası adına oluşturduğu siyasî duruş ve söylem üzerinde de görmek mümkündür.
Dolayısıyla Türkiye-Latin Amerika ilişkilerinin derinleşmesi sadece bir ülke ile bir kıtanın ilişkisinden ibaret olmayıp, benzer siyasi tecrübelere ve sosyal dinamiklere sahip iki tarihi birikimin ilişkiye geçmesidir. Bu tecrübe dolayısıyla ortak birçok nokta bulunabileceği gibi birçok uluslararası sorun da Türkiye ve Latin Amerika kendilerini benzer pozisyonda bulacaklardır.
* Dr., Polis Akademisi UTSAM Başkanı