15 Temmuz'dan itibaren Türkiye kamuoyunda Batı'dan beklenti, demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş iktidara yönelik FETÖ'nün giriştiği darbeye karşı net bir tavır almasıydı. Darbe girişiminin sıcaklığını koruduğu günlerde Batılı siyasilerden ve medya organlarından darbe girişiminin varlığını sorgulayan şaşırtıcı açıklamalar geldi. Darbe girişiminin bir hükümet komplosu olduğunu öne sürenler oldu. Darbeye direnen halk kitleleri, bazı önemli medya organlarında "sürü" ve "ayak takımı" gibi ifadelerle aşağılandı. Yine, FETÖ'nün darbe girişiminin arkasında olduğu iddialarının inandırıcı olmadığı da sürekli olarak gündemde tutuldu.
İlerleyen süreçte ise darbe girişiminin Türkiye'de otoriterliği artıracağı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tek adam yönetimini pekiştireceği ve devlette bir dindarlaşma yaşanacağı iddialarını merkeze alan analizler önemli medya organlarında yer bulmaya başladı. Türkiye demokrasisinin ordu içerisindeki FETÖ mensubu subayların saldırısı altında olduğu bir dönemde, Erdoğan ve İslam karşıtlığı üzerinden demokrasi savunusu yapmak oldukça ironikti. Kısaca, hem darbe girişiminin yaşandığı günlerde hem de sonrasında sergilenen tavır, Türkiye demokrasisinin FETÖ tarafından tehdit edildiğinin gizlenmesiydi. Bazı Batılı siyasiler, Batı dünyasının FETÖ karşısında AK Parti hükümetinin yanında yer alması gerektiğini dile getirse de, Batılı başkentlerden bu minvalde birkaç cılız açıklamanın dışında henüz güçlü ve kararlı bir açıklama gelmiş değil.
Gücü ciddiye almak
Elbette burada şaşırtıcı ve sorgulanan nokta, demokratik değerler üzerinden siyaset yapan ve Türkiye'nin müttefiki olan Batılı ülkelerin bilinçli bir şekilde demokrasiye karşı FETÖ tehdidine gözlerini kapamış olmasıydı. Türk kamuoyu Batı'nın bu tutumuna içerledi ve iki yüzlülük olarak değerlendirdi. Doğal olarak Batı-karşıtlığı zirve noktasına ulaştı. Bu dönemde birçok analist ise, Batı'nın neden böyle bir tavır sergilediğini açıklamaya girişti. Birçoğu Batı'nın oryantalist ve İslamofobik olduğu ve söz konusu Türkiye ve muhafazakar-dindar AK Parti olduğu için demokrasinin karşı karşıya olduğu tehdide göz yumduğu argümanına sarıldı. Ancak FETÖ'nün de aynı zamanda dini bir cemaat örgütlenmesi olduğu dikkate alındığında, Batı'nın neden FETÖ'ye karşı İslamofobi kartını devreye sokmadığı sorusu havada kaldı. Evet, bu itiraza karşı FETÖ'nün "uluslararası toplum" ile uzlaşmacı bir siyaset izlediği için "iyi" Müslüman kategorinde değerlendirilip, "kötü" Müslümanlara karşı desteklendiği söylenebilir. Lakin nihai olarak, bizzat dindarlık-sekülerlik denkleminin meseleyi açıklaması mümkün gözükmemektedir. Mesela, seküler değerleri savunan ABD ve Avrupa Birliği, seküler Kemalist-ulusalcı güçlere karşı dindar kimlikli FETÖ'nün askeri ve yargı bürokrasindeki tasfiyelerine neden hiç ses çıkarmamıştır?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, Batı'nın Türkiye'ye yönelik yaklaşımına dair pür kültürcü-ideolojik açıklamalar yetersiz kalmaktadır. Açık olan demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi söylemlerin ya da İslam-karşıtı oryantalist söylem ve politikaların gerisinde yalın bir güç mücadelesinin yatıyor olmasıdır. Bu durum, 15 Temmuz sürecinde net bir şekilde kendisini belli etmiştir. Batı'nın Türkiye gibi çevre ülkeleri "demokratikleştirerek" kendine benzetmeye çalışması ya da onların Müslüman-Doğulu kimliğini vurgulayarak dışlaması ve farkını vurgulaması ahlakietik bir sorun olmaktan ziyade siyasi bir sorundur. Batı'nın en temelde onlar üzerinde her ne şekilde olursa olsun tahakküm kurma amacı güttüğü kabul edilmelidir. Seküler veyahut dindar fark etmeksizin, Batı'nın çıkarlarını sorgulamadan hizmet edecek siyasi aktörler Türkiye gibi ülkelerde desteklenmektedir.
Türkiye ne yapmalı?
Peki bu kabul bize ne kazandırır? Hem demokrasi söylemi hem de kaba bir oryantalizm-İslamofobi söylemi bizi Batı'nın tahakkümcü siyasetine yönelik bir karşı-strateji üretmekten alıkoymaktadır. Siyaset ya bir "özgürleşim" süreci ya da apokaliptik bir iyi-kötü mücadelesine indirgenmektedir. Dolayısıyla, Batı'nın Türkiye'nin özgürleşimine sunacağı katkıyı merkeze alarak Batı'nın Türkiye üzerinde tarihi olarak ahlaki bir sorumluluğu olduğu fikrini benimseyen çarpık bir anlayışın ya da Batı'nın kötülüğü karşısında "bizim" masumiyetimizi vurgulayarak bir vicdani rahatlama arayışının ötesine geçilememektedir. Dolayısıyla güç olgusunu yeterince ciddiye almayan bu analizler, maalesef ezilen tarafı daha da pasifleştirmekte, ezeni ise yenilmez göstererek istemeden de olsa yüceltmektedirler.
Oysa siyaset, iki "doğru"nun kapışmasından ibarettir. Siyasi alanda herhangi bir aktörün diğerine ahlaki-moral bir üstünlüğü bulunmamaktadır. Taraflar kendi doğrularını diğerlerine kabul ettirmek ve diğerlerini kendi tarafına çekebilmek için stratejiler geliştirmeye odaklanırlar. Çünkü siyasi alanda haklı olmak ancak haklarını koruyabilecek derecede güçlü olduğunda bir anlam ifade etmektedir.
Sonuç itibariyle, Batı'nın nasıl bir tepki verdiğinin önemi, "Türkiye bunun karşısında nasıl bir strateji izlemeli" sorusuyla birlikte düşünüldüğünde bir anlam kazanmaktadır. Batı'nın stratejisi FETÖ'yü gizlemek ve Türkiye'nin taleplerini hukuki ve siyasi gerekçelerle geçiştirmek üzerine kuruludur. Yapılması gereken, FETÖ'yü görünür kılmak, Türkiye'nin taleplerini uluslararası alanda gündemde tutmaktır.