Pisagor Mısır'da eğitimini tamamlayıp memlekete, Ege'ye Sisam Adası'na döndüğünde bir muhabbet halkası, okulu kurmuş. M.Ö 5. Yüzyıl zamanlarıymış, antik vakitlermiş anlayacağınız...
Enteresandır sarıklı bir insanmış kendisi, sakallı filan. Senelerce bilgisini etrafındakilere aktarmış, güzel insanlar yetiştirmiş. Öğrencileri kendisiyle "Üstat bize ne güzel şeyler öğrettiniz. Kâinatın sırrını, insanın sırrını biz sizden öğrendik. Siz olsa olsa Tanrı olursunuz sanırız" diyerekten pagan pagan konuşunca:
Pisagor, bugünün lisanıyla "Asla, sümme hâşâ!" diyesiymiş...
Bunun üzerine hayranlık ateşiyle yanıp tutuşan öğrenci tayfası, "O zaman bir peygambersin sen" demişler.
Usta, "Tövbe, ne haddime" diye cevap vermiş.
"Peki o zaman sen bir bilgesin, yani bir Sofia'sın. Bilge bir kişisin" diyerekten ısrar etmişler.
"Hayır, bu saydıklarınızdan hiçbiri değilim, bu derecelerin hiçbirine sahip değilim ben. Siz benim tanıdığım bilgeleri tanımadınız. O Sofia'ları tanımadınız, ben tanıdım! Ben onlar tarafından eğitildim. Sizinle benim aramdaki fark budur..."
Öğrenciler mi desem, talebeler mi desem, âlim namzetleri mi ne desem onlar işte, artık bunalmışlar. Ve "Usta o zaman sana ne diyelim ne isim verelim şaşırdık, söyle allasen" şeklinde kinaye sokağına sapmışlar.
Pisagor işte o an noktayı koymuş: "Bakın kişi sevdiğiyle beraberdir. Onunla tanımlanır. Bana, bilgeleri ve bilgeliği seven kişi derseniz, filozof derseniz bunu kabul ederim." demiş...
***
'Sofia' bilge, bilgelik anlamına gelmekte. 'Philo' ise seven demek. Sevdiğinin yoluna rahvan demek. Bilginin âşığı demek.
Onu diyorum, filozof tabiri ilk defa Pisagor için kullanılmış. Adını kendi koymuş adam...
Tabii bu arada şu da var: Filozof bu anlamda bilgelerini kaybetmiş bir çağın arayışı demek aynı zamanda. Bilgelerini, rehberlerini kaybetmiş bir yuvarlanma. Bir ter tepelek aranma hali.
Filozoflar bilgeliğe iltifat edenler. Oradan buraya tam 2500 yıl geçmiş! Pisagor'daki tevazu, biz buna melâmet hırkası dersek yanlış olmaz, çoğumuz için gereksiz bir imtina. 'Aman fazla tevazu gösterme inanırlar' diye bir laf var ortamlarda.
Koca burunlu bir kibir abidesi olmak için ne sağlam mazeret! Geçende biri "Hırs olmadan, kibir olmadan ben olamam" deyince zıngadanak kaldım. Aslında haklıydı. Dünyada bir yer edineceksen hırs şart. Büyük bir koşu var dışarda. Kana kan bir rekabet.
Fakat işin ters manyeli, eğer o koşuyu tek gerçek sanırsan akıntıya kapılıp kaybolup gidiyorsun. Tuzağa düşüyorsun. Bir adım geri çekilip teenni ile büyük fotoğrafı hizalarsan, işte o zaman bir uzay gözlemcisinin açısını buluyorsun...
Geçende Erzincan'ın bir köyünden, köylerine dönenlerden bir arkadaşla konuşuyordum telefonda. Köydeki diğer şehirliye, muhalif insana demiş ki, bak demiş, bugünkü yarılmayı anlamak için gel 70'lere bakalım. Gençliğimize. Güneşli caddeler, İspanyol paçalar, saz bedenli genç insanlar. Değişime inanmış bir kalabalık. Pankartlarda Bağımsız Türkiye. Ellerde başka ülkelerin bayrakları! Sovyet, Çin, Küba hatta Arnavutluk... Ama Türkiye Cumhuriyeti'nin bayrağı yok! Bağımsız Türkiye. Neyin bağımsızı? Böyle böyle yabancılaştık birbirimize, en mühimi kendimize. Yapay bir şey bu söküp atmalı, bu toprakla barışmalı!" demiş. Onu anlattı bana. Ta dağları karlı Erzincan'dan. Bir Bektaşi sakalından...
***
Bense Pisagor'u düşünüyordum o telefon çalmadan. Sıkı bir makale okuyordum. Yazar Mahmud Erol Kılıç, güzel insanlar güzel atlara binip gittiler manasında, Yunus'la birlikte, "Göçtü kervan kaldık dağlar başında" diye yazmış...
O kadar hüzünbaz değilim ben bu meselede. Bilgeliği sevenler, bilgeliği arayanlar, zirveleri gözleyenler oldukça derdimize çare var.
Demek istediğim, ufukta çoktan kaybolmuş büyük düşünürlerin, ariflerin, onların ayağının tozunun peşinde gidenler, filozoflar, yolcular hep var oluyor çünkü içimizde...
Tabii biz Pisagorlara itibar ettikçe...