Sana bir sır söyleyeceğim kapat kapıları.
Anneannem "Bazı kadınlar vardır, usturası içindedir" derdi. Bana göre cinsiyet mühim değil, 'aydın' olarak senin de öyle, usturan içinde...
Sana nerde muhabbet, orada bereket demek isterdim. Biliyorum, öyle karanlık devirlerden geçtik ki en parlaklarımız yitti gitti fırtınalarda. Biz kaldık geriye.
Kaldık da ne oldu? Düşüncenin felsefenin irfanın ve hikmetin kabul görmediği zamanlarda sesini kaybetti çoğumuz. Kimimizde sadece gösterişli bir kabuk kaldı. İçinde birbirine değmeyen tilkilerin kuyrukları. Ne asi ruhların neşesi kaldı arkada, ne de büyük hülyaların mecali. Yoksa sen böyle değildin ilk yıllarda.
Çok okurdun, çok bakardın etrafa.
Evet, daha eşit bir ufuk atıyordu zihninde. Daha güzel bir dünya diye açan çiçek bahçelerinde gezindiğinde, şevkle bakıyordun çiçeklerin bin bir rengine.
Fakat ortam vahşiydi sağlı sollu dizilen plazalarda. Yetenekliler pek tutunamazdı oralarda. Vasatın hükmü geçiyordu, Alicengiz dilinde konuşan o seviyesizlik ele geçirmişti kurtlar sofrasını. Mecbur hissettin kendini gördüğün ayak oyunlarına uymaya. Daha sonra o oyunların kurucusu haline geldin. Sanki eğik düzlemde kayan araba gibiydin.
Kış lastiklerin yoktu, ondan böyle oldu.
Kış lastiği nedir bilir misin? İdealist vakitlerin en mühim özelliği insaf ve hakkaniyettir. O, insanı nerde olursa olsun frenler. İşte onu kaybettin! Sadece sen kaybetmedin, hepimiz kaybettik. Sinsilik bir mantar olup sirayet etti bünyemize.
Şimdi içten gelen bir söz, bir yakarış bile dudak bükülecek şeydir. Korkunun edebiyatını yapmayana bilgin, paranoya yaratmayana fikir, kavga gürültü çıkarmayana 'söz' denmemektedir.
Kim herhangi bir şekilde mutabakattan bahsederse ahmaktır. Kim ortak noktaları öne çıkarıyorsa faso fiso... Mazbut insanlardaki efkâr, vatanperverlerdeki tıraşlanmamış dobralık, ev hanımlarının sansürsüz şefkati, sokağın neşesindeki ferahfeza dil, zapturapt tanımayan gür lisan artık bu ortamda geçersiz akçedir...
***
Sana bir sır söyleyeceğim, fakat korkuyorum senden. Korkuyorum yanın sıra giden öfkenden!
Sana bir ayna tutmaktan, elini tutup denizlere doğru koşmaktan, bir eylül sabahı sana şiirler okumaktan tırsıyorum, bilesin.
Kasılmaktan bitap düşmüş sırtından tutup seni, "ölümlü dünya gel birlikte oturalım banklara, bak etrafta küçük çocukların gözerinde martılar süzülmekte, bak bizim de ömrümüz kendi fecir saatiyle kızıl bir güneş gibi denize inmekte" demek istiyorum. Diyemiyorum.
Öyle kapılmışsın ki savaş oyunlarına, sana dokunmak imkânsız. Gözlerinin ta dibinde keskin ustura ağızları gördüm. Kan yoktu evet, fakat yabancı dizilerden öğrendik biliyorsun, kan izlerini çamaşır sularıyla silmeyi. Delil yoksa suçsuzsun yani!
Gerçekten suçsuz musun onu sormak isterim bir de. Suçsuz muyuz biz, hepimiz bu olan bitenden?
Bacaklarımızı uzatıp işimize bakabilir miyiz gerçekten? İnsan üstüne konuşurken insanlarla irtibatımız nedir, neremize ne kadar büyük insanlığın eli değmiştir?
Çevrede 'faydalı' kişilerle kurduğumuz yakın ilişkiler, post modern kurnazlıklar değil söylemek istediğim.
Âlim, ilim sahibi, münevver, aydın dediğimiz toptan bir aldanma mıydı yoksa? Bu soru hep aklımda son zamanlarda. Romanların ve iyi kitapların bize anlattığı büyük bir yalan mıydı, ha?
Paraya ve itibara tapanların yüzünde pörsüyen aksilik, eksiklerini gizlemek isteyenlerdeki parmak sallayış... Ona buna had bildirenlerdeki dokunaklı sökük...
Bir aşk nefesi okumak isterdim aslında sana bir Aragon şiirinden.
Korkuyorum senden fakat bilmelisin: Ölmek daha kolaydır sevmekten...