Sokakları severim. Her hafta aynı gün, Taksim- Harbiye'deki Radyoevi 'ne gidiyorum. Pazar programım o gün kaydedilmekte...
Önce bir kafede oturur, kahvemi içerim. Korunaklı bir masada fularlı, minik bir adam vardır. Mavi bakışlarıyla karşılaşırsanız, hemen gülümser.
Önünde fincanı, kitapları. Sakin ve sessiz.
Adı Pepo'dur. 1945 doğumlu, Gelibolu Musevi'si. 15 yaşında gelmiş İstanbul'a. Kitapçıya çırak girmiş. Sinema hastası. Bir zamanların plak arşivcisi.
Dükkânlar açmış. Hatta ünlü bir müzik şirketinin Avrupa temsilcisi olmayı reddetmiş, özgürlüğüne düşkün biri. Teknolojilerin değişimi, bohem hayatın riskleri ile dükkânını kaybetmiş. Caddeden Dolapdere'ye taşınmış. Gündüzleri semtinde yine ama! Hep bu mekânda.
Kafenin yöneticileri bir masa tahsis etmişler zatına. Uzaktan el sallarım kendisine, bir beyefendi edasıyla selam verir o da. Hiç konuşmadık şimdiye dek. Ama stüdyoya giderken ona bir selam çakmak, iyi gelir daima bana.
***
O gün de radyodan çıktım, Harbiye'den Eminönü'ne yürüdüm. Tarlabaşı Bulvarı'ndan aktım, Unkapanı köprüsünden döndüm, ara sokaklardan Mısır Çarşısı'na çıktım.
Bir apartman boşluğuna tezgâhını kurmuş bir ayakkabı boyacısına rasgeldim. Başında kaptan kasketi, eğilmiş kalın bir kitabı okuyordu.
Önce geçtim, sonra geri döndüm: "Affedersin, bende böyle bir hastalık var, kitabın kapağını görebilir miyim?"
Adam gülümsedi, kaldırdı kapağı gösterdi: 'Karamazov Kardeşler-Dostoyevski' yazıyordu.
"E pes!" dedim. O ayağa kalktı, elini uzattı, adımı sordu. Adımı söyledim.
Yine tek diş güldü. Kısa boyluydu, gözlükleri düşmüştü, tek dişi vardı. Beni omuzlarımdan tutup; "Şükür kavuşturana hocam, şükür kavuşturana" demez mi? Birisiyle karıştırılma ihtimalim olsa bile içim ısındı.
O gazla yürüdüm işte. Şehrin kırık kanatlarını gözledim.
***
Tarlabaşı pek değişmemişti. Kentsel dönüşüm sonucu bazı cüsseli lüks apartmanlar dikilmişti ama hemen yanlarında balkonu çamaşır, camları mukavva evler de hayat gailesindeydi. Buraya taşınacak zenginlerin işi zordu.
Bir inşaatın önünde iki 'trans' soluk yüzleriyle oturuyordu. Yorgun, yaşlı kadınlara benziyorlardı. Plastik bardaklarda çay içiyorlardı. Biraz ileride saç sakal bir adam, evsizlere has siyah naylon torbası ile taşların üstüne tünemişti. Biri laf attı: "Seni şöyle
Türkan Şoray gibi 'gacı' yapalım mı?
Sarı peruk, takma kirpik, topuklular, ha?" Berduş, dalgacı translara, alt dudağı burnuna kadar çıkan plastik bir çene hareketiyle; "erköğüm ben böö" diye çıkışırken, önlerinden geçtim...
Burası Beyoğlu gece hayatının, geceden kalanların halı altına süpürüldüğü bir yerdi.
Sonra, Süleymaniye'nin Haliç'e dökülen eteklerini, bekâr odalarının Küçük Pazar'ını adımladım.
Evliya Çelebi bu semtte o meşhur rüyayı görmüştü!
Uzaktan, küçük bir çayırlıkta dürüm yiyen birini fark ettim. Öyle dikkatle, öyle tadını çıkara çıkara yiyordu ki. Ancak yanına yaklaştığımda elindekinin 'simit' olduğunu anladım.
Şükretmek, teşekkür etmekti.
Kantarcılar Camii'nin bodur minaresinin karşısındaki şekercinin vitrinine baktım. Badem ezmeleri eski usul, piramit şeklinde dizilmişti. Gayri ihtiyari etrafta çocukluğumu arandım, yoktu!
Beni yetiştiren kadını, anneannemi düşündüm, onun elinde tespihi, ağzından düşürmediği nasihati:
'Düşmez kalkmaz bir Allah!' idi...