Siz sansürün sadece resmi kurumlardan kaynaklandığını sanıyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.
Gerçek ve harbi sansür sivil toplum denen cenahta görülür.
Mesela yayınevleri! Onlar bu işin -dokunulmaz- sabıkalılarıdır.
***
Eski zaman, 2010 filan.
Uzun bir sessizlikten sonra ilk romanımı yazmış 'laikçi' mahalledeki büyük yayınevlerine götürüp bırakmıştım.
Şimdi hürmet ettiğimiz köşe yazarlarının sitayişle Türkiye'nin Galimard'ı, şusu busu ilan ettiği yayınevlerinden söz ediyorum…
Ütopik bir kurgu üretmiş, hem içinde yaşadığım cumhuriyetin zaaflarını, hem gelmekte olan sosyal yarılmanın depremini anlatmaya gayret etmiştim.
Ezcümle, bir cumhuriyet çocuğu olarak nefs muhasebesi yapmış, Batıcıl radikalizmle ve taassupla kendi çapımda yüzleşmiştim…
Beyaz paganlar ve paraya tapan yalandan 'Müslümanların', maskeli darbe koalisyonunda bir ülke tahayyül etmiştim.
Bu iki egoizmin kör ihtirasını çiziktirmiş; kasvetli gelecekten, post-cehennemden kaçma ümidindeki gençlerin maceralarını öyküleştirmiştim.
Modern Türk edebiyatında yeni bir yol aramıştım yani.
15 Temmuz faşist darbesini sezen bir romandı bu…
***
Neyse biz böyle romantik heyecanlar içindeyken, seküler çevrenin yayınevlerinden cevaplar gelmeye başladı.
Bir kere uzun süre medyada yazmadığımdan dolayı unutulmuştum. Önce bir şaşkınlık yaşandı. Sonra?
Sonrası enteresan…
Art arda veto yemeye başladık. Kimi metnin leitmotif'ine, nakaratına, Allah zikrine takılıyordu; kimi 'kurucu ideolojiyle' hesaplaşılmasını beğenmiyordu. 'Üst metin' demişti biri, çözemiyorduk.
Dile, öyküye, üsluba, tarza, edebiyata bakan tek Allah'ın kulu yoktu ortada.
Sonra taslağı okuyan, şimdi büyük bir yayınevinde mühim bir yerde olan arkadaşım, muhafazakâr bir yayınevini önerdi. Büyük bir şirketti, acayip bir dağıtım ağı vardı.
O tarihte ne kadar ünlü yazı insanı varsa, köşeci, tarihçi, öykücü, herkesin kitaplarını basmaya başlamışlardı.
Binaya girdiğimde, vay demiştim kendime. Safım ya, 'demek çokseslilik bu yayıncılarda usta!'
Kalbim pırpır yayın yönetmeninin karşısına geçip oturduğumda, bir iltifat, bir ağırlama, kendimden geçtim. Romanımı beğenmişlerdi. Yüksek sayıda basacaklardı. Sokak afişleri yapacaklardı. Daha bin türlü tanıtım, lansman.
Çıktığımda kendimi gerçek bir yazar gibi hissetmiştim.
Magazin programlarına, faraza
Saba Tümer'e çıkmamı istemişler, hayır deyince biraz ekşimişlerdi ama o kadar kusur, sosyalleşme görgüsüzlüğü de olurdu canım!
Her şey tamamlanınca bir haber geldi. "Fikrimize aykırı şeyler var" dediler. Bir liste gönderdiler ki hafazanallah! Saydık 18 madde, onları değiştirirseniz basarız, diyorlardı.
Ardından öğrendik ki yayınladıkları klasikleri bile sansürlüyorlarmış. Dickens, Emile Zola, mesela Vadideki Zambak! Biz kim oluyorduk ki ya?
Neyse aynı günler başka bir 'muhafazakâr' yayınevi kapımızı çaldı. Onlar da çok yüksek baskılar önerdiler, vay be.
Tam sözleşmenin imza günü 14 sansür geldi bu kez. 11 değişiklikte anlaşılırız diyorlardı! Romanda 'Eşikaltı şeytanlar' vardı, onları temizliyorlardı.
Öyle bir temizlikti ki romanın sadece adı kalıyordu. O da belki!
Engizisyon kafasının cüreti küstahlık seviyesini aşıyordu.
***
İlk yayınevinin başındakiler şimdi Amerika'da. 15 Temmuz'dan sonra toz oldular.
Diğer sansürcüler son anda lejyoner darbecilerin kuyruğundan kurtuldular. Banknot vagonlarını ayırdılar.
O dönemin kitabını yazacak olan edebiyat tarihçilerinin arşivinde yüz kızartıcı notlar olarak kaldılar…
***
Şimdi o mizahi günler mazi. Biz bugüne bakıyoruz.
Yeni Türkiye'de bence bu saçmalıklara yer yok. Solcu tek biçimcilik ve angut selefilik kültürel kutuplaşmanın asıl müsebbibiydi. Yasakçı, tekfirci zihniyeti onlar kurdu.
Modern Türk edebiyatı ve modern yayıncılık yeni bir atılımla yayın dünyamızı şenlendirmeli.
Çünkü 'İnsanımız kitap okumuyor abicim' mızırdanmasıyla oyalanma vakti çoktan geçti.
Geçiyor.
Biz de sıkıldık zaten…