Geçen cumartesi keşfe çıktık, Nuruosmaniye'ye gittik.
Camiyi ziyaret ettik, iç ışıklarını seyrettik, Turgut Cansever'in eleştirilerini düşündük.
Nuruosmaniye'ye bilge mimar Turgut Cansever batılılaşmanın ürünü olarak bakar. Yersiz bir görkemden bahseder. Oysa Osmanlı medeniyetinin diğer mabetleri abidevidir ve insana huşu hissi verir. Osmanlının kötü günlerinin bir yansıması olarak bu camii gereksiz bir güç gösterisidir ona göre...
Biz sıradan şehir gezginlerine göreyse latif bir restorasyondu. Nur indi yüzümüze...
Sonra ara sokakta küçük, çiçekli, resim gibi bir handa çay ocağına çöktük. İçerde duman gözlüklü bir bey, patron edasında oturmaktaydı. Bıyıkları biraz boyalıydı ama 'janti' bir hale de sahipti.
Muhabbet ehli memleket insanları olaraktan konu nereden açıldıysa Rio de Janeiro'ya geldi! Janti bey, dumanlı gözlüklerinin altından, "Orada 20 metrede bir yer altında tuvalet, duş var. Başında da bir hanım. Sahil tertemiz!" diye girdi. "Bak burada handa tuvalet yok. Caminin oraya bedava tuvalet açtılar, millet hurra oraya! Girmek imkansız. Paralı olmalı, Rio'da tuvalet paralı, sahil bedava!"
Çay demleyen ocakçı "Burada çalışan gariban çıraklar n'apicaklar abi?" diye sitem etti. Janti Bey, "E gidip o partiye oy vermeselerdi, bak şimdi de Atacı oldular" şeklinde gerilimi arttırdı.
Sessiz, muhabbeti dinleyen garson "Biz Allah'a tapıyoruz, büyüklerimize hürmet ediyoruz" sözünü yapıştırdı ama! Garson kardeşimin bilgeliğine dayanamadım, "Lidere sevgi din oldu mu sıkıntı!" deyiverdim.
Dumanlı gözlük bana doğru dikildi; "A bakın, ben her sene umreye giderim, o ayrı!" Karşılıklı eyvallah çektik, sohbet tatlıya bağlandı...
Sonra aynı handa 'Bahar' adında bir esnaf lokantasının beyaz örtülü masalarına iliştik. Menü yoktu elbette! Gidip bakır tencerelerden yemeğimizi seçtik. Haşlama ile taze fasulye anne eli değmiş kadar enfesti. Güler yüzlü insanlar servis etti. Kasada, adeta siyah beyaz filmlerden fırlamış tombili bir adam oturuyordu.
Ardından sonbaharın sonunu içimize çektik. Hanın tepesine çıktık, şehre baktık. Kubbeler 'İstanbulca' konuştu gene bizimle.
Kendimizi Mahmutpaşa yokuşunun rengârenk kalabalığına bırakırken, bıçkın bir tezgâhtar kulağımın dibinde "Kompile abiye içerdeee!" diye bağırdı. "Bana mı?" diye takıldım elemana. "Yok be abi, ortaya" dedi o da.
O esnada bol pardösülü, örtülü üç hanım: "Navigasyona baktık yok, şu adres neresi" diye sormaz mı? Muzip tezgâhtar "Doğru git, left side abla!" şeklinde cevap verince dayanamadım, kahkahayı patlattım...
***
Birilerinin birkaç yıl evvel şakşakçılığını yaptığı bir yazar, 'iç savaş çıkmadı' diye acınıyordu geçende. Cahillik medya dünyasında prestijli bir modaydı sanırsam. Halk çoktan bu seviyeyi aşmıştı. Hıncal Uluç bu konuda haklıydı, seviye yerlerdeydi.
"15 Temmuz'da halkın sillesini yiyip don-paça yakalananlar var ya! İşte onların arkadaşlarını izliyoruz şimdi mecliste, her yerde. Ondandır, hem burada, hem dışarda birileri 'don-faşo' ifşa oluyorlar yine!" diye mırıldanınca İçimdeki ihtiyar, beynimin gündemi değişti tabii.
'Solcuların' Amerika'ya bu denli yaltaklanmalarının sebebi kin-keşi olmalarıydı. Bir kuduz virüsüne karşı bağışıklık sistemleri çökmüştü zannımca...
"Amaan" diye geçirdim içimden... Kimse duramayacaktı Türkiye'nin önünde. Etrafımdaki insanlar mutedil şakalarla gülüyor, alışveriş yapıyor, harıl harıl pazarlık ediyorlardı.
Eminönü'ne yaklaşırken, bacağım boyunda bir adam yanımdan, boncuklarla süslü ve bir 'sokak bienalini' andıran sanatkârane arabasını iterek geçti. Esnaf ardından, "Hayırlı akşamlar baba" diye sesleniyordu. "Ne satıyorsun baba?" diyerekten kendime meraklı gazeteci süsü verdim. "Fındık" dedi, "Bitirdik şükür..."
Fazla yüz vermedi, kalabalığa karıştı. Ak bıyıkları çenesine uzanmıştı.
Karşıdaki Büyük Yeni Han'ın duvarında, ecdadın kuşlar için kondurduğu kararmış 'Kuş Sarayı'na baktım.
Kafadaki fazileti yükseltmeliydik, yapacak çok iş vardı...