Ne yalan söyleyelim. Millet tatile gidince şehir şöyle bir rahatladı, kendine geldi. İstanbul terini sildi, sakin oturdu. Orta şekerli bir kahve söyledi. Kafasını dinledi.
En güzel zamanlarıydı...
Sonra bayramda şakır diye bir yağmur boşandı. Şehir ıslak saçlarını salladı. İçimiz serinledi.
Yağmur, dünyayı değiştirmek isteyip de değiştiremeyenlerin kederi gibi değil, hayatın git-gelinde, suyun med-cezirinde, sanki ruhumuzdaki o bitmez devriminin uçlara savrulan ikliminde yağıyordu. Celalli bir mürşid, lafını esirgemez bir bilge gibi...
Tek tip bir kurtuluşun olmadığını, "Ben"in dar kalıplarını kabul etmeyen bir çokluğun fikrine, böyle bir tevhide, her an çöküp yeniden kurulan canlı bir düşüncenin yaratılıştan beri süren iç sızısına benziyordu...
"Yer yüzünde kaç insan ruhu varsa hakikate giden o kadar yol vardır" diyen rahmani sesin zarafetiyle sakin, tasavvufunu kaybetmemiş camiler kadar neşeli...
Yağmur, kavurucu bir yazın tam ortasında ve bir türlü mezun olamadığımız uzun sürmüş bir sınavın anksiyetesinde, son anda imdada yetişen "lehte bir el" idi.
Yağmur, büyük insanlığın üstüne üstüne, ona acizliğini öğretene kadar ısrarla ve egosunun burnunu yumuşatıp eğene dek sağanak halinde yağdı.
Kimine dert, kimine bereket oldu...
Küçük bir adanın tepesinde, bir "serçesaray"dan, bilebildiğim tek şehre, İstanbul'a baktım. Onun omzuna limanlarından, surlarından ve dar sokaklarından sarıldım.
Dostların, aşıkların, kalenderlerin, kalbi tül gibi titreyen insan kılığındaki tecellilerin Ramazan bayramını kutladım. Barış, iyilik ve huzur diledim.
Fikrimizin asfalta ve öfkeye direnen hicranlı papatyasına, dertlilerin derdine kol kanat gerenlere, ortak bir fıtratın narin vicdanlarına ve de kurban olduğum "insan tarikatına" bir selam çaktım.
"Aslında görsel medya üzerinden oluşmuş 'Hoca Cemaatlerinden' dini anlatım biçimlerinden bahsetmek doğru olur. Çoğunlukta olan yeni Selefi hocalara, ilahiyatçılara karşı yine medyatik özelliklere sahip geleneksel din anlayışını dillendiren, bir kısmı tarikat mensubu, medreseli hocalar da vardır. Fakat iki tarafın üslupları karşı tarafa, tenkit ve reddettiklerine çok yakındır; tektipçi, meydan okuyucu, karşı tarafı kaba ifadelerle ve cahillikle suçlayan, daha ileri gidip tekfir eden, dinî alanın dışına iten bir üslup..." diye yazdı bayramda İsmail Kara. Bir kenara not aldım.
"Siyasi felsefen nedir" diye sordu biri sosyal medyada. Bir dünya işidir, dedim. Edepli olanı ufuk açar, edepsiz olandan kaçarım. Yaralar kalbi. Bir de ideoloji sevmem. Dar bir deli gömleğidir. Bu incitici durumlar, haşinlikler hep ondandır. Siyaseten kalp kırmaya değmez. Kalp mühimdir çünkü itikadımızca, diye yazdım...
Bir tefekkür ayı daha geçmişti. Aydınlar, geç kalmış ergenlerdi.
Kalbiliğe geçemeyen yaşlı aptallaşır. Çünkü güdüler eski güçlerini kaybettiği halde o hala onların peşinde koşar durur. (Plaj zamparası!)
İçgüdüler zahiri, dış dünyaya yöneliktir. Ama iç haller, kalbi haller insana iç alemini, hakikati, asıl olanı yaşatır. (Bilge!)
Marifet, insanın hazcı-hızcı-histerik (aynı anda siyasi!) gölgesinin peşinde koşması değil, gölgesinden (nefsi emaresinden) daha hızlı olmasıdır.
Ergen çok tehlikeli bir varlıktır. Şu an aydınlar arasında olan biten şeyin hormonal bir hadise olduğu buradan okunduğunda daha bir anlaşılır, diye düşündüm...
Sonra her bayramda olduğu gibi öksüzlüğüm aklıma geldi. İlk pirimi, varını yoğunu Mora, Peleponnes Yarımadası'nda bırakıp gelen o Balkan muhacirini, Geylani Osmanlıyı, anneannemi hatırladım.
Sağlı, sollu birileri Suriyeliler konusunda infialdeydi. "Muhacir ne demek anane?" diye sormuştum da, hanım sultan "Hepimiz macırız ezelden evladım!" diyerekten köklü bir medeniyetin gri gözleriyle gülmüştü. O aklıma geldi.
Yağmur dindiğinde metafiziken uzandım, geleneğimin tombul ellerini ve bu ermiş şehrin tarçın kokan şefkatini aldım da...
Başıma koydum...