Bazen düşünüyorum da zaman, hakikat kadar kaygan bir şey. Balık gibi. Tam tuttum, yakaladım sanıyorsun, elinden kayıp gidiyor. Onun uzaklaşan izine bakıp kalıyorsun. Bir yalnızlık, bir boşuboşunalık hissi.
Sen o küçük hayat sandalında, bırakıldığın o koca ummanın ortasında şaşkın kalırken, dün aniden tarih oluyor. Tarih, aniden bugün.
Geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine karışıyor.
Aletler edevatlar -siz buna teknoloji de diyebilirsiniz- o değişiyor sadece. Yoksa konuşulan hep aynı mesele, değişmiyor. Ahir zaman çocuklarıyız. Bütün krizler modern. Onu diyorum.
Özgürlük ve taassup esas tartışma. Fikri serbest olanı hakir görmek sıradan bir iş. Sıkı sıkıya kendi içine kapanmış dar ideolojilere yaslanmak ise daima muteber...
Tarihçiler sıkı dedikoducular. Kimin sofrasına oturmuşlarsa ona göre konuşuyorlar. Bu normal. Yemek yediğin yere hürmet etmek diye bir örf var insanlık tarihinde. Tarihin çoğu tartışmasında bu iş böyle.
Teskin edilmek, mesut olmak için kendimizi kandırmaya muhtacız bir de. Kendini pir ü pak görmek bütün suçu 'ötekilere' yüklemek kullanışlı bir alışkanlık. Çünkü gerçeğin maskesi indiğinde göreceklerimiz bizi berhava edebilir! Tadımız kaçmasın diye kapatıyoruz 'bağzı' bahisleri.
Buyurun resmi tarihlere, mezhepçi sıkıntıya, kelle kesici eğilimlere, Hallac-ı Mansur'un dün başına gelenlere!
Kaybedenlerin değil kazananların dedikodusudur, çünkü tarih denen vesika...
Peki kaybeden kim, kazanan kazandı mı gerçekten?
Misal istenirse: Gazali!
O, İslam'ın İspatı denen İmam Gazali, yetenek ve deha ile bezenmiş bir ilahiyat alimi idi. Zamanının tartışmalarına bir çözüm bulmaktı dileği.
Ehlibeyte yapılanların acısı henüz çok tazeydi. Dört bir yanda Kerbela'ya karşı düşünsel bir isyan vardı.
11. yüzyıldı. Zayıflamasına karşın Büyük Selçuklu Devleti'nin sınırları genişliyordu. Melikşah'ın veziri Nizamülmülk savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, medreseler açıyordu. Mısır'da Şii-Fatımi hanedanı, Avrupa'da ise gerilemekte olan Endülüs Emevi Devleti vardı.
Gazali 40 yaşında iken Antakya haçlılarca kuşatılmış, bir yıl sonra da Kudüs ele geçirilmişti.
Nizamülmülk 'ün Nizamiye Medreselerinin başına getirdiği Gazali'ye göre; bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam fikriyatını yeniden üreten filozoflar, diğer yandan tefsirleriyle Bâtıniler ve Sufiler sisteme-şeriata zarar veriyordu.
Gazali bu dönemde Ehlisünnet dışı gruplara karşı, onları din dışı kabul eden reddiyeler yazarak mücadele etti.
Felsefi düşünceye karşı verdiği güçlü savaş ile İslam dünyasında belirleyici oldu. Batının bilimsel üstünlüğü ele geçirmesinde ve bugünün Müslüman coğrafyasındaki fikri bereketsizlikte payı olduğu ve de Muhammedî düşüncenin serpilmesini önlediği de düşünülmekte...
Yazdığı reddiyeler sonucunda İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl gibi düşünürler ötelendi. Gazali, felsefi yöntemler kullanarak, tekfir edici eleştiriler yazarak Aristo'yu, İbni Sina ve Farabi'yi kâfir ilan etti.
Nizamiye medresesinin rektör profesörü itibarlı yaşıyor, sesi dört bir yanda duyuluyordu. Fakat bir gün aniden en büyük hünerini kaybetti!
Sesi elinden alındı. Dili tutuldu. Kelimeleri söyleyemez oldu. Manevi kriz öyle bir anda yakalamıştı ki onu, müreffeh bir prestijin tam ortasındaydı. Bir anda kendiyle yüzleşti. Boş beleş bir adam değildi. İşareti aldı. Evini, barkını, karısını, kürsüsünü terk etti. Nerede hata yaptığını bulabilmek için yollara düştü. Ortadan kayboldu.
Yıllar sonra geri döndüğünde artık sessizdi. "Tartışmak bana yasak!" diyordu. Ve "sadece bir yol var o da tasavvuf yolu" diyordu. Medreseyi bıraktı, küçük bir dergah kurdu. Orada ömrüne noktayı koydu...
Onun manevi krizi hepimizde, önüne geleni düşman ilan edenlerin dünyasında, bu topraklarda aynen sürmekte.
Zaman hiç geçmiyor, aynı yerdeyiz. Geçmiş, şimdi ve geleceğin tam ortasında.
Ne var ki bazı meselelere yeniden bakamazsak, krizleri açılımlara dönüştüremezsek, biz 'geçiyoruz' zannımca....