Bir adres arıyordum, Şişhane'ye doğru yürüdüm.
Silah ustaları varmış vakti evvelinde burada. Silahtarlar yaşarmış Şişhane'nin kenarında.
Bir tek belki o vakitler bir derece mutedil, ılıman bir mevkii imiş, bilemiyorum. Neyse işte namı oradan geliyor, bakmayın siz onun papyonuna! Ölümle bir alakası var yani, savaşla, silahla...
Bir gün aklı yüksek bir silahtar, yeni bir icat çıkarmış. Mermiler daha delici olsun, daha hızlı ve uzun yol alsın diye. Hedefi duman etsin diye namluların içine 'yiv' denilen boğumlar, altı adet çizgi çekmiş. Söz konusu altılı çizgilere 'Şeş hane' denmiş. Yani '6 kısım', altı çizgi.
Büyük bir olay olmuş zamanında bu keşif.
Ancak gün gelmiş, hep gelir, bir uyanık-spor çıkmış ortaya, hep çıkar...
Maliyeti ve meşakkati kısacak ucuz bir numara düşünmüş zatıâlisi! Namlunun alt tarafını eski usul bırakıp, sadece üst kısmını yivlemiş. Çakma, uydurmasyon bir tüfek üretmiş anlayacağınız.
İlk bakışta yeni nesil bir silah gibi görünüyormuş alet ama hikaye. Tabii, ilk atışta patlamış namlu. Lahana gibi dağılmış makina, karpuz gibi açılmış ucundan.
Bu aklı evvel hadiseden nazire, bugünkü hayatımıza, 'altı kaval, üstü Şişhane' lafı kalmış işte.
Hattı zatında Levanten bir semtmiş Şişhane...
İstiklal Caddesi'nde olan biten tehlikeli mevzuların bilinçaltı! Memleketin Batılılaşma hengamesinin 'Kozmik Odası.' Fransız bankerlerin, Yahudi tefecilerin, morfinman ajanların, elmas karşılığı her masaya teşrif edebilen düşeslerin, huysuz monşerlerin kök semti. Kökü kapitülasyonlarla atılmış...
Amma ve lakin akşamın ışıkları yandığında muhteşem bir tablonun seyircisi! Her gece hicranlı güzelliği daha bir ortaya çıkan gerçek İstanbul'u, ecnebilerin Golden Horn tabir ettikleri Haliç'i ve ışıltılı tepeleri ve de Fatih Camii'ni sinemaskop temaşa eder bir konumda aynı zamanda.
Gündüzleriyse, öte yakadaki terli halka, Bedreddin Mahallesi'nin torlaklarına, Tersane Milletine, Kasımpaşalı Eli Maşalılara ve mehtaplanan su kenarında gezinen başörtülü kadınlara temizlikçi, hizmetçi gözüyle bakan alafranga bir zırtapozlukta!
Hem de fi tarihinden beri.
Ama zaman değişmiş, 'Lüküs Hayat' kantolarda eskimiş, başka 'tarz' hayatlara yeni kapılar açılmış, eski günler mazide kalmıştı.
Şişhane; mütekaitlerin sivri diliyle söylersem, "tiyatorosunu yakıp arsasını otopark mıdır, plastikten televizyon binası mıdır nedir o sakilliğe satan" Tepebaşı'nı solluyordu!
Arkasına, Tanzimat mimarisini, Daire-i Belediye'yi almıştı. Endişesini, sarmaşıklara saklanmış minyatür bir anıtkabir görünümündeki Vergi Dairesine nüksetmiş, gözünü tarihi yarımadaya dikmişti.
Son yıllarda büyük prim yapmıştı yine. Esmer ruhlu insanların 'Turist Aydınlar' dediği ünlü sanat vakfının da oraya konuşlanmasıyla daha da bir yükselmişti fiyatı, faturası...
Aradığım adres, şatafatlı iş yerlerinin, pasta renkli rezidansların, sosyetik pizzacıların ve şık kafelerin ardına saklanmış çıkmaz bir sokaktaydı.
İçimdeki ihtiyarın 'münazara' dediği inziva zamanlarımda, uzun gece yürüyüşlerinden bilirdim bu köşeleri. Onun içindir ki adresi elimle koymuşçasına buldum.
Gösterişli bir İngiliz mimarisiydi bu. Ön yüzünde, freskler, işlemeler, medusalar, yılan saçlı kadınlar, ardında hayaletlerin perdelerini oynattığı yüksek pencereleri vardı. Gerçi 19. yüzyılın isi pası, alzaymırı çehresini karatmıştı ama karizması delinmemişti henüz. Aksine koyu, tüy ürpertici bir işvesi vardı.
Eşiği atlarken bir tökezledim, neredeyse ölecektim, neyse ki atik davrandım da bir yerimi kırmadım.
Kapının üstünde, kötü bir şaka gibi, Sakar Ragıp Paşa Apartımanı yazmaktaydı. Aralık bırakılmış dökme demir kapıdan sıyrıldım. Geniş merdiven girişindeki soluk duvar resmini geçtim. Yer yer boyaları dökülmüş resmin önünde durdum. Devasa bir tabloydu. Hala gösterişliydi. Leonardo da Vinci'nin İsa aleyhisselamın havarileriyle yediği son akşam yemeği tablosuna benzetilmişti.
Hz İsa'nın yerine alkolik bakışlı bir adam resmedilmişti! Sakalına yemek artığı yapışmıştı. Entelektüellere remzedilen eğik bir sırıtışı vardı. Ne söyleyeceğini unutmuş bir konuşmacının sıkıntısıyla elindeki kadehi sallapati kaldırmıştı.
Kravatlı, at hırsızı tipli diğeri, kalın kapağında Nutuk yazan bir kitapla yanındakinin kafasına vuruyordu. Adamı öldürdü öldürecekti. Kan masaya akıyordu.
Sol başta bir kadın, Fransız devrimini anlatan o meşhur resimdeki gibi göğüslerini açmış çığlık çığlığa bir şarkı söylüyordu. Masanın örtüsünün altında bir yaratık kurnaz, sivri kulaklarını oynatıyordu.
Yerde boş içki şişeleriyle -ünlemli falan- "tek yol devrim!" yazıyordu...