23 Mart 2017
İkinci defa gidiyorum Çin'e. Daha önce Hong Kong'a gitmiştim. Fakat nedense oraya giderken, öğrencilerin sözüyle ifade edeyim bir 'Çin kafası'na sahip değildim. Yolculuk kısaydı. Hong Kong da bana İngiltere'nin, daha doğrusu Londra'nın bir uzantısı gibi görünüyordu. Şimdi önce Şangay sonra Pekin. Asıl Çin şimdi başlıyor. Eğer görebilirsem.
Gece, 23.30
İnince (buranın saatiyle 17.30) apar topar bir resmi yemeğe gittik. Otele dönünce odama yerleştim. İlk işim, uçakta hiçbir şey yemediğimden, 'liçi' sandığım ama 'logan' veya 'kaplan gözü' olduğunu öğrendiğim, gene de tadı liçiye çok benzeyen güzel meyveden atıştırmak oldu.
Deniz kıyısında uzun bir gezi yolu var. Fecir, Aslı ve Yıldız'la orada dolaşmaya çıktık. Meğer saat 10'da burada ışıklar kapanırmış. Öncesinde 'şehrayin' gibiydi. Fotoğraf çektirdik. Çinlilerin bizi görüp birlikte resim çektirmek istemesiydi asıl sürpriz. Meğer 'yabancılarla' birlikte görülmek hâlâ bir imtiyazmış. Derken saat 10 oldu. Çan kulesinden sesler yükseldi, ışıklar söndü. Çok hoştu. Dönerken Atelier de Robuchon'a uğradık. Güzel çaylar içtik.
24 Mart 2017
İşimizi gücümüzü bitirip otele döndük. Çalıştım. İşimi bitirince dışarı çıktım. Bitmeyen bir yağmur iniyor Şangay'ın üstüne. Londra veya NY gibi bir yerde bizim otel. Ama biraz yürüyünce etraf değişti. AVM'ler var etrafta. Çağdaş dünyanın tapınakları. İyice bastırınca yağmur, onlardan birine attım canımı.
Elimde otelin şemsiyesini tutuyordum dönerken. Bir kız heyecanlanarak "Aaa gördüğümüz otel" dedi yanındaki kıza. Sonra ayaküstü sohbet ettik. Meğer başka bir kasabadanmış, diğer kızın yanına konuk gelmiş. "Türkiye'den geliyorum" deyince meraklandılar. "Bira içip sohbet edelim" dediler. "Erkenden kalkacağım, yorgunum" deyip savuşturdum, bu içten ve 'feodal' kızları.
Otelde bir caz bar var. Nefis. Eski, sömürgecilik dönemi cazı 'yapıyorlar'. Bir de Çince söylemiyorlar mı? Barda otururken kendimi 1920'lerin Şangay'ında hayal ediyorum. Hele her biri 1000 yaşındaki çalgıcılara baktıkça.
Bütün büyük, kozmopolit liman kentleri gibi burası da bir insan sirki!...
25 Mart 2017
Erkenden başladı koşuşturma. Pekin'e hızlı trenle geldik.
İlk izlenimim çarpıcı. Amerika'yı büyük sanıyorum ölçek bakımından. Pekin, ona rahmet okutur. Dünyanın en eski uygarlıklarından biri Çin. Ama bu kendimi Londra, Paris veya Berlin'de, Amerika'da hissetmeme engel değil. Kızıyorum bu 'küresel kentler'e. Alışveriş merkezleri, pazarlar ve dağı taşı tutmuş 'sahte' üretimler. Artık neredeyse resmi bir politika bu.
26 Mart 2017
'Gerçek Çin' günü bugün. Önce sabahın ayazında Tiananmen Meydanı'na gittik. Büyük ama hayali zorlayacak ölçüde değil. Başkan Mao'nun anıt mezarı da orada. Dış duvarında 'soluk bir resmi' var. Bir de önünde mütevazı bir heykel. Bizi gezdiren genç hanıma olayları soruyorum. "Hatırlamıyorum, gençtim" diyor. Üsteliyorum. "Kusura bakmayın" diye cevap veriyor. "Bunlar politik konular. Girmemiz yasak". Anlıyorum deyince de teşekkür ediyor.
Oradan Yasak Şehir'e geçiyoruz. Etkileyici elbette. Beni ilgilendiren yanı, bütün o kuru, taş avluları, para, bolluk, bereket anlamına gelen suları akıtmak için yapılmış kanallarıyla son derecede sade, mütevazı bir görüntü sergilemesi, sarayın. Yalınlıkları diyeyim. Evet, çok büyükler ama müthiş bir ölçek yakalanmış ve tüm binalar, o hacimlerine rağmen çarpıcı bir yalınlık yansıtıyor, hatta ufak tefek görünüyor. Topkapı Sarayı'nı çağrıştırıyor bana bütün bu sadelik, sessizlik, yalınlık. Ne bileyim Versay veya Belvedre Sarayı'nı değil.
Çıkınca Çin lokantası, Çin yemekleri. Bizim daha alışık olduğumuz Kanton bölgesi yemekleri. Seçuan bölgesinde, daha güneyde, bütün güney mutfaklarında olduğu gibi, müthiş bir acı kullanılıyor. Daha doğuda da hamur işi, mantılar falan. Pekin, ördek demek. Lezzetli ama daha 'Batılı' şeyler yedik. Çıkarken arkadaki masaya baktım, daha 'otantik' yemekler vardı. Uzun yol ve güneş tepenin ardında batarken Çin Seddi.
Kısa bir tepeyi tırmanıp, bir karakola varıp dönüyorum başladığımız yere. İmgesi kendisinden çok daha önemli, büyük ve etkileyici Sed'din. 6 bin km'lik bir duvar bu. Biz onun sadece işte 100 metresini görüyoruz. 'Gittim, gördüm' dediğimiz türden bir gezi.
Döndük. Uzun gün bitti.
Soğuk ve güneşli bir hava
Sabah toplantılarından çıkınca 'eski mahalle' denen yere gidiyoruz. Turizme batmış, boğulmuş, özgünlüğü yitik, bir yolun iki kıyısına yapılmış evler. İncik boncuk satıyorlar. Aradığım çayları bile bulamıyorum. Hani neredeyse iyi Çin yemeği de, iyi Çin çayı da Batı'da diyeceğim.
Otele dönüyoruz. Sokağa çıkıyorum. NY'ta dolaşıyormuşum hissi beni sinirlendiriyor. Bir Kore lokantası görüyorum. Soğuk ve güneşli havada kaldırımdaki güzel masalarda oturmayı çekiyor canım. Servis eden kızların şaşkınlığı!...
Tek kelime İngilizce bilmiyorlar. Soruyorum. Bekle diye işaret edip cebinden bir telefon çıkarıyor. Anlayıp tane tane konuşuyorum 'çevirmen' telefona. Çeviriyor. O da söyleyeceğini Çince yazıyor, telefon yalan yanlış da olsa bir çeviri sağlıyor. Tamam, anlaşıyoruz işte.
Yavaş yavaş otele dönüyorum.
27 Mart 2017
İşte uçaktayım. Çin bitti. Çin elbette bir mucize. Keşke daha fazla görebilseydim 'otantik' yaşamı. Çin halkı, bilge bir halk, derin düşünüyor, içine kapalı. Sonunda 5 bin yıllık bir kültür. Dünyaya barutu, kağıdı, sıfır rakamını, daha bir dolu şeyi armağan etti Çin. Devrimler sundu dünyaya. Her zaman etkilendim Çin'den ve Uzakdoğu'dan. Çin Seddi'nden etrafa bakarken gördüğüm kıraç yamaçlar, kuru topraklar dünyaya kirazı ve bütün turunçgilleri, sıfırı, barutu, kağıdı, devrimleri verdi. Uygarlıklar yarattı. Çin: en büyük macera!