26 Haziran 2016
Ben eskiden 'musahhih' dediğimiz düzeltmenlerle ilgili ilk eleştiriyi ne gariptir ki, Kemal Tahir'in, Esir Şehrin İnsanları romanını okurken görmüştüm. Marmaris'teydim.
O yaz bütün Kemal Tahir romanlarını okumuştum. Kemal Tahir, toplumsal bir çözümlemeden yola çıkıp bizde neden düzeltmen olmadığını, neden bütün kitapların sayısız dizgi yanlışıyla çıktığını sorguluyordu, hep yaptığı gibi bir gerçeği 'keşfediyor', hep yaptığı gibi yukarıdan bir kestirmeyle 'hükme' bağlıyordu düşüncesini. Ama dediği doğruydu, bazen kitaplar okunamayacak kadar çok dizgi yanlışıyla doludur.
Bu işin bir yanıdır. Epey yol aldık gerçi.
İkinci ve asıl mesele editörlüktür.
Kimsenin kişisel olarak hakkını yemek istemem.
Asla. Ama kurum olarak Türkiye yayın dünyasında editörlük yoktur. Ne hikmet-i hüda ise hiçbir yazar burnundan kıl aldırmaz ve kimse yazısına el sürdürmez.
Bunun bir ciddi nedeni vardır: dediğim gibi, kurumsallaşmadığı için editörün dirayetine, maharetine, ciddiyetine, bilgisine, hikmetine yazar güvenmez. Kaldı ki, editörlük sadece eline gelmiş bir yazıyı kırpmak, biçmek değildir. Yazıyı yazarla birlikte yazmaktır. Yeniden yazmaktır. Veya bir romanı, anlatıyı, oyunu, her neyse.
İşte bu gece sinemada izlediğim Genius tam da bunu anlatıyor.
Genius öyle aman aman bir film değil.
(Fakat bu adı Fırtınalı Hayatlar diye çevirmek nedir yahu?) Ben de işin o yanına girmeyeyim. Ama kayda değer bir husus var.
Bu film A. Scott Berg'in Max Pekins: Editor of Genius kitabından çevrildi.
Kitap 1978'de National Book Award'u kazandı, en prestijli ödül, Amerika'da. Ben bir iki yıl önce, Hemingway'le uğraşırken öğrendim.
Okudum. Çünkü, Perkins, editör, Hemingway'i ve Fitzgerald'ı 'yaratan' adam diye anlatılıyordu. Okuyunca şaşırdım, bu ne dehadır diye.
O arada baktım ki, kitapta Thomas Wolfe denen bir yazardır asıl konu olan, Perkins- Wolfe ilişkisi. Wolfe'u bilirdim, ama gençliğimin idollerinden Beat Generation'u çok etkileyen bu yazarı öyle okumamıştım. Bu kitaptan sonra onun kitaplarını da buldum, 'kapaktan kapağa' okuyacak halim yok, artık öyle bir vaktim yok ama okumadım ama 'süzdüm'.
YENİDEN KURMAK
Filmi, Fecir'den duyunca, bu gece, Paris'ten döner dönmez gittim. Hayal kırıklığı.
Perkins'i değil Wolfe'u anlatıyor. Sonra düşününce, doğal dedim. Perkins içine kapalı, toplumdan kopuk, işinin delisi bir adam. Mecerası çok büyük ama filme gelir mi, bilemem.
Filmden, her şeye rağmen, Wolfe'a değil Perkins'e hayranlıkla çıktım. Bu yazarlar yazıp getiriyor, o da kesip biçiyor. Bir cerrah, bir 'rekonstrüktif' cerrah. Yeniden kuruyor her şeyi. Sonuç ortada: deha düzeyinde yazarlar kazandırıyor.
Bizde olmayan işte bu.
Şimdi yayınevlerinde önemli editörler çalışıyor, hepsini biliyorum. Buna rağmen tekrar edeyim bu kurum yok bizde. Perkins'in işi yaratıcılık, sezgi, bilgi, yetenek, toplumu tanımakla ilgili.
Akıl almaz bir yetenek.
Tabii, bu edebiyat kitabı/ roman editörlüğü. Gazete editörlüğü başka bir iş. Ben kendi payıma, kabul ederse, 'editörüm' Necla Bayraktar Hanım'dan dünyalar kadar memnunum. Türkiye'de bu editörlük işin, iş gibi benimseyip, yapmak isteyen bir tek Soli'yi (Özel) tanıdım. Keşke yapsaydı. Perkins'teki bütün nitelikler onda vardı. Olmadı.
Yapmadı. Artık geçti, yapmaz.
Sinemadan dönünce bu satırları şu sabaha karşı saatte yazmadan önce derin düşüncelere daldım, gidip raftan aldım, bir iki Hemigway karıştırdım, kaç kere okudumsa da Great Gatsby'yi bir türlü kavrayamadığımı, Cemal Süreya'nın tabiriyle bu ince kitabın 'künhüne' varamadığımı düşündüm.
Amerikancada 'hayalet yazar' diye bir kavram var. Birisinin adına kitap yazan kişiye böyle deniyor. Biliyorum böyle demek hakkını yemek olur, hem de herkesin, ama bence gelmiş geçmiş en büyük hayalet yazarlardan biri Perkins.
Zaten şu anda bile bir hayalet olarak odada dolaşıyor.
4 Temmuz 2016
Yedinci kıta Akdeniz
Bir iki gündür deniz kıyısındayım ya, aklımdan neler neler geçmiyor. Benim için malum ve meşhur olan 'Akdeniz' konusu.
Onca uzun bir yolculuktan sonra Marmaris'teki sıcağa inip gece yarısı balkona çıkınca ve yaseminlerin, fullerin, portakal ağaçlarının, akşam sefalarının, zakkumların derin, içe işleyen, geceyle artmış kokusunu duyunca hissettim Akdeniz'i ve kendimi Akdeniz'de.
Ertesi gün aldığım adaçayı, kekik, biberiye gene Akdeniz.
Halikarnas Balıkçısı'nın çok haklı ve yerinde olarak "Yedinci Kıta" dediği bu 'kıta' insana kokularıyla iniyor önce. Sonra gün doğdu, deniz ışıdı, her taraf maviye kesti, gökyüzü yükseldi, neredeyse beyazlaştı, çiçekler renklerine büründüler ve bu defa Akdeniz renkleriyle çıktı karşımıza.
Ve sıcak! Hiç sevmem sıcağı.
Ama Akdeniz'de sıcakla barışmak, uzlaşmak gerek. Bu ısı insanın içindeki nemi kurutuyor, bu güneş insanın içindeki kuytulara ışık tutuyor. İçeriyle dışarıyı bütünleştirince, 'klima' saplantısından, sıcak korkusundan kurtulunca insan dost olmayı da öğreniyor dışarıdaki ısıyla. O zaman o sıcakta, terleyen bedeninde başka duyguları, boyutları keşfediyor.
Derken insan geride bıraktığı kışı düşünüyor. İç muhasebesini yapıyor. Kendisini dinliyor. Derken zihni kayıyor, dağılıyor, yaz bir kere daha her şeyi kaplıyor. İnsan hep içinde bulunduğu anı yaşamak istiyor.
Biliyorum: kış, insanı yaşar.
İnsanı kullanır, posasını çıkarır, bir kenara bırakır. İnsansa yazı yaşar. Onu dakika, saat, gün, ay ve mevsim olarak lokma lokma, zerre zerre geçer, kateder. Hele Akdeniz'deyken bu büsbütün böyledir.
Evet, evet, asıl gerçeği bu Akdeniz'in: insana kendisini keşfettirmesi. Zorluğu, güçlüğü, güzelliği budur, buradadır.
İnanmayan, buyursun efendim, okusun Akdeniz'i anlatan yazarları!