21 Şubat 2016
Ne kadar doğru bilemem ama yaygın bir söylentidir, güya Bach için Beethoven "Adın dere değil okyanus olmalıydı" demiş. Malum, 'bach' Almancada küçük dere falan demek. Dediğim gibi doğruluğunu bilemem, okudum kitaplarda fakat bu değerlendirmenin gerçek dışı olduğunu söyleyemem. Bach bir okyanustur.
Bir gece bir otel odasına girdim. Demek 1990'ların başı. Hiç yapmadığım bir şeyi yapıp televizyonu açtım. Karşımda Mstislav Rostropovich, efsane çellocu. Bach süitlerini çalmış, su içer gibi dinlemişim. Bir şeyler anlatıyor, gayet kötü bir İngilizceyle. "Televizyonu" diyor "Açtım, gördüklerimi anlayamadım, meğer Berlin Duvarı'nı yıkıyorlarmış. Baktım ve komünizmin çöktüğünü anladım." Yıllar yılı komünizmle ve onun bürokratik uygulamalarıyla mücadele etmiş büyük insan hakları savunucusu ve büyük usta, bir ömür verdiği mücadelesini kazanınca, çellosunun başına oturuyor ve sabaha kadar hiç ara vermeden Bach çalıyor. Nedenini tek cümleyle açıkladı, "Bach bütün bir dünyadır!"
Aynen öyledir.
Hakan Günday'ın düzenlediği Bach İstanbul'da (Bach: Önce ve Sonra) programı içinde bu akşam Sigiswald Kuijken'in inanılmaz bir ihtişamla, 2. Keman Partitası'nın 5. bölümü olan Ciacconna'yı bir mucize halinde çalışını hayretten ve zevkten kendimden geçmiş olarak dinlerken bir yandan da bunları düşünüyordum.
Perlman ve eskilerden Heifetz'den dinlemişim ama Kuijken gerçek bir mucizeydi.
Ne garip diye düşünmüşümdür. Şu bahsettiğim Bach öldükten sonra (1750) neredeyse unutuluyor. Beğenilmiyor. Ta ki, 1829'da Mendelssohn, Aziz Matta Pasyonu'nu yeniden icra edene kadar. İnsanın inanası gelmiyor. O nedenle her sanatçının öldükten sonra, 30 yıl kadar unutulacağını hep söylemişimdir.
İstanbul, küçük ve beklenmedik tanışıklıkların yaşandığı bir kent. O da bazı insanların akıl almaz emekleriyle gerçekleşiyor. İşte Hakan Günday'ın çabası böyle bir şey. Yıllardır bu işi yapıyor. Üstelik eşsiz konser mekanları buluyor. Bu defa da Deniz Müzesi'ndeydi konser. Büyük, devasa salon, muhteşem saltanat kayıkları (ey İstanbullular gidip görün o kayıkları da, Osmanlı neymiş anlayın), camların ötesinden ışıklı birer kutu gibi gelip geçen gemiler ve Bach...
Ebedi Bach, tüm bir dünya olan Bach! Mutlaka gidip dinleyin o konserleri...
RAVEL VE ECHENOZ
9 Şubat 2016
Jean Echenoz bir Fransız yazarı. Edebiyatçısı. Şaşırtıcı bir romancı. Daha doğrusu kısa romancı. Hatta anlatıcı. (Her ne kadar I am Off diye okuduğum kitabı 200 sayfa civarındaysa da) 50 sayfa, 70-80 sayfa yazıyor. Anlatacaklarını mükemmelen, eşsiz bir şekilde dile getiriyor. Gerçi artık adını kimsenin hatırlamadığı, bir zamanların efsanesi Andre Gide de (Kalpazanlar hariç) kısa romanın üstadıydı ama bu, Fransız romancılığında yeni bir yaklaşım.
Şu Post Entellektüel Dönem ve Edebiyat isimli kitabımda uzun uzun ele aldım, neden Amerikan romanının git gide uzadığını, romanların binlerce sayfayı bulduğunu, buna karşılık Fransız romancılığının, o cilt cilt nehir romanlar yazan Balzac'lardan Proust'lardan, Romain'lerden sonra bugün böyle 40-50 sayfaya indiğini. Her şeyi söyledikten sonra geriye bu damıtılmış, arınmış, incelikli anlatı kalıyor.
Kişileri ele alan bir yazar aynı zamanda Echenoz. Çek lokomotifi, koşucu Zatopek'i, Edison'u anlattı. Başka şeyler de anlattı. Hayli tekinsiz bir yazar. Çok mesafeli. Soğuk. Başka türlü o kısa anlatımı ayakta tutmak olanaksız.
Bu defa besteci Ravel'i, son on yılını anlatıyor, hepi topu, 60 sayfada. Olursa bu kadar olur. Hiç öyle kendisini kaptırmadan, teslim olmadan ama teslim de almadan, bir büyük müzisyenin tuhaflıklarını, garipliğini, şaşırtıcılığını, hüznünü, yalnızlığını anlatıyor. Bir büyük, derya deniz kitap okumuş kadar oldum.
Büyük yazarlık da bu: küçük, yoğun, sarsıcı kitaplar yazabilmek.