Sizin de başınıza gelmiştir. Hatta eminim içindesinizdir. Aynen uyguluyorsunuzdur. Yani mesajlarınızı 'emoticon'larla süsleyip iletiyorsunuzdur.
Öte yandan bir mesaj alıyorsunuz. Bakıyorsunuz bazen yazıdan çok o bin bir çeşit görüntü ikonlarından var. Baktığımda anlamadıklarım da oluyor. Bilenlere soruyorum bir hata yapmamayım, bir sorun yaratmayayım diye.
Ben anlamışım, anlamamışım, ne ifade eder. Geçenlerde gazetelerde okudum. Bu işleri organize eden firma emoticon'larda yeni düzenlemeler yapacakmış. Görüntü yelpazesini genişletiyormuş. Bazı özelliklerini geliştiriyormuş. Yeni bazı uygulamalara geçilecekmiş. Zaten kullandığımız cep telefonlarının programlarını yeniledikçe bu düzenlemeler de otomatikman 'indiriliyor'.
Bütün bunlar emoticonlara dönük ilgiyi gösteriyor. Peki ne oldu da, ne kadarlık bir süre olduğunu bilmediğimiz şu 'son zamanlarda' böyle bir ilgi peyda oldu, kendimizi bir takım işaretlerle ifade eder olduk?
Bu bir ifade mi? Oradan başlayalım.
Önce bir yazı yazıyoruz, birkaç satır, birkaç sözcük. Ardına maksadımızı, meramımızı anlatacak bir küçük pulcuk yapıştırıyoruz. ('Emoticon' karşılığı bütün yetersizliğini bile bile bu sözcüğü kullanmak istiyorum, şimdi öyle 'tingörsel' falan gibi sözcükleri çekecek halde değilim...) Evet, o sözcükle kendimizi, yazdığımız mesajı, dile getirdiğimiz görüşümüzü 'açıklıyoruz'. Öncelikle açıklıyoruz. Vurguluyor muyuz derseniz, doğrudur, zaman zaman o maksadı da öne çıkarıyoruz. Fakat geniş ölçüde açıklamak yaptığımız şey.
YAZILI KÜLTÜRÜN SONU
Hoşa gitmesini istediğimiz bir şey yazdığımızda veya bir sözü şaka yollu söylediğimizde ya da karşımızdakinin şaka yaptığımızı anlamasını istediğimizde gülen bir yüz pulcuğu ekliyoruz sözcüklerin sonuna. Ya da tersi. Bir şeye kızıyoruz. Neredeyse hiçbir şey yazmıyoruz. Yıldırımlar, ateş topları, gülleler, silahlar gösteren pulcukları koyduk mu, tamamdır, karşımızdaki bizim öfkelendiğimizi kavrayacak. Sonra gül buketleri, birleşmiş eller, güneşler, meyve tabakları, yelkenliler... Kısacası, her meşrebe, her mezhebe göre bir şey bulmak kabil.
Her bu tür 'ilişkide' veya kullanımda olduğu gibi o pulcuklar, resimler, görüntüler kullanıldıkları yere göre taşıdıkları, özlerinde sahip oldukları anlamları değiştiriyorlar. İfade etmek böyle bir şeydir. Bağlam, anlamı değiştirir. Görüntüye veya sözcüğe, hatta bir 'jeste' yeni anlamlar kazandırır, yeni içerikler yükler.
Bütün bunlar artık yeni bir dönemde bulunduğumuzu, yeni bir kültür geliştirdiğimizi gösteriyor. Yeni dönemi yazının sonu diye tanımlamak bence hiç yanlış olmaz. Biraz daha genişleterek yazılı kültürün sonu diyelim. Ortalama insan için yazı yazmak neredeyse hiçbir zaman bir fiil olmadı.
Yazarsa mektup yazardı. O da kırık dökük cinsinden. O kişi en fazlasından okurdu; günlük, basit ve sıradan şeyler okurdu, hiç değilse. Oysa şimdi o fiilini de kaybetti. Artık okumuyor da. Sadece 'izliyor'. İnternette bir şeyle meşgul olmayı okumak sanıyor. İnternette oyalanmak bir şey okumak değildir. Bir şey izlemektir. Hele sosyal medya denilen düzeyde okumak asla söz konusu değildir. 140 'vuruş'tan müteşekkil 'mesajlara', 'tweet'lere 'bakmak' okumak yerine geçmez.
KİMSENİN VAKTİ YOK!
Bu o derecede etkili bir husus ki, gazetelerde köşe yazılarına bakınız. 'Köşe yazısı' diyoruz. Hiç öyle yazı falan yok artık ortada. Tek, bi- lemediniz iki, haydi haydi üç sözcükten müteşekkil cümleler. Her cümle bir paragraf. Bahane çok belli: kimsenin vakti yok! Tabii, tabii Türkiye'de insanların vakti yok. Oysa, Batı gazetelerini alıp okuyanlar ise genellikle boş insanlardır (!) Le Monde'lar, The Times'lar, NYTimes'lar sadece işsiz güçsüzler için yayınlandığından (!) sayfalar dolusu yazı basarlar.
Bizde ise vazgeçtim köşe yazısından, artık 'köşe tweet'i var. Tamam, kabul ederim, eskiden beri 'fıkra' denilen bir gazete yazısı türü vardır. Ama o fıkralarla, Bedii Faik'lerin, Çetin Altan'ların, Şinasi Nahit Berker'lerin, Doğan Nadi'lerin, hatta onlarınkinden daha uzunca olmakla birlikte bir dönemde Refik Erduran'ın yazdığı türden fıkra mı diyeceğiz bunlara? Hayır bunlar, köşe tweet'leridir, ama yazı değildir. Yazı başka bir şeydir. Yazı bir düşüncenin dalgalar halinde, katman katman açılmasıdır. Tartışmadır. Saptamadır. Müzakeredir. Yorumlamaktır. Yazının bizzat kendisi, haydi kavramıyla söyleyeyim, varlıksal yapısı bile başlı başına bir ifadedir. Yazı bazen bizatihi yazının kendisi için yazılır. Bu, boş söz etmek manasına gelmez. Yazının o kadar hali vardır ki, bazen insan düşündüğünü yazar. Bazen de ne düşündüğünü öğrenmek, anlamak için yazmıştır. Düşünce çizgisini oluşturunca onu başkası izler.
Yazı neticede okurla yazar arasında bizzat yazının kendisi üstünden kurulmuş bir ilişkidir. Ve çoğu zaman, hatta her zaman, gösterdiğinden daha fazlasını saklar yazı. Yazıyı yazmak da okumak da zordur, bir ceht, cefa işidir.
YAZMAYALIM, GÖRSELLEŞTİRELİM
Öte yandan okumak da buna benzer bir edimdir. Bir metni okumak öyle bir defa okumakla olup bitecek iş değildir. İşlevsel, pratik okumadan söz ediyorsak, işte, göz gezdirmek de okumak sayılır. Ama okumak başlı başına bir çabadır. Düşünmektir. Bir yolu izlemektir. Tartışmaktır.
Sorgulamaktır. Ve en önemlisi budur. Ama hepsinin ötesinde okumanın bir de haz yanı vardır. Bazen insan saatlerce sadece okumanın kendisi, lezzeti için okur. Gerçek okuma da budur. Analitik, akademik okumalara hiç girmeyelim.
Gazete yani köşe yazısı bunların bir toplamıdır. Hepsini içeren damıtılmış bir metindir. Uzun değildir; olamaz, ama kısa da değildir. Eskiden 'efradını cami, ağyarını mani' denirdi yani fertlerini, bileşenlerini, ilgili huşuları içeren, karşıtlarını ayıklayıp dışarıda bırakan bir metin. Tam da budur köşe yazısı. Ama bir de lezzetinin olması gerekir. Kuru, kupkuru bir yazıyı kim ne yapsın? Sadece yavan ekmekle karın doyurmuyoruz.
Bugün bunların hepsi bitti. Yazı kalmadı. Şu çok korktuğumuz, ürktüğümüz elitler dışında okuyan da kalmadı. Okumak artık sadece seçkinlerin bir eylemi. O nedenle de onlar bilgiyle meşgul olur ve bunun artık değerini kullanırken, kitleler internet üstünden enformasyonla yetiniyor. O nedenle elit okullardan mezun olanlarla yani bilgiye sahip olanlarla, bilgiyi bir anahtar olarak kullanmayı öğrenenlerle okulu meslek edinme aracı olarak görenler, meslek insanları arasındaki fark büyüyor. Elitler diğerlerinin yöneticisi oluyor...
Duygu pulcukları bu dairede bir anlam kazanıyor. Yazmayalım fakat görselleştirelim, o bize yeter demenin bir yolu o pulcukları kullanmak. Galiba arkasında bir husus daha var. Onu da Derrida'nın bir yorumuyla dile getireyim. Bu Fransız düşünür, Osmanlıların çok sevdiğim adlandırmayla Eflatun dediği Platon'un pharmakos-pharmakon kavramını hatırlatır. Bildiğimiz 'zehir' ve 'ecza' demektir bu sözcük antik Yunan'da. Azı karar, çoğu zarar bir nesne. Derrida'nın bu kavrama yönelmesi, Eflatun'un pharmakon'u yazıyla ilişkilendirmesindendir.
YAZMIYORUZ, KONUŞUYORUZ
Bu ilk felsefeciye göre yazı hafıza için, muhakeme için zehirleyicidir, öldürücüdür. Çünkü, donuklaştırır. Çünkü, yazı tekrarlanabilir bir şeydir, yani aynı yazıyı gidip yıllar sonra yeniden okuyabilirsiniz. Hafızaya gerek yoktur, yazı varsa. Oysa konuşma belleği de, dimağı da canlı tutar, bu iki varlığın da canlı, diri, hareketli olmasını ister. Dolayısıyla der Derrida, Batı kültüründe söz yani konuşma yazının önündedir. Söz yazıya tercih edilmiştir. Söz benimsenmiş yazı dışlanmıştır. Bunun bir nedeni de der Derrida, konuşmanın 'mental' bir işlev kabul edilmesine karşın, yazının zaten mevcut olan sembolleri (harfleri, alfabeyi, diğer işaretleri) kullanmasıdır. Biri yoktan var etmektir, konuşma, diğeri var olanı işlemektir.
İmdi... Bütün bunlardan sonra duygu pulcukları ne demektir derseniz, yazı değil sözdürler, sözcüktürler derim. Yazı bitti, insanlar yeniden başlangıca, söze döndüler. Pulcuklar yazmak değil, imlemektir, işaret etmektir. Bir iletişim olduğu kesindir pullaşmanın (böyle bir sözcük de öneriyorum işte...) yazıya değil söze dayanan bir iletişim diye görüyorum onu. O zaman sözün yazının üstünde hakimiyeti diyeceğiz bu duruma-bir kere daha, ama eksik sözün...
Yani, azizim, yazmıyoruz, konuşuyoruz sadece. Ama ne anlatıyoruz onca konuşmadan sonra derseniz, pulcuklara bakın derim. Gene de itiraf edeyim, pulcukları ben de seviyorum...