Bugün seçim yapılacak. Türkiye'nin çok partili hayata geçtikten sonra gerçekleştirdiği kaçıncı seçim olduğunu bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, Türkiye'de insanlar seçimi sever. Bunun çok özel bir nedeni var. 1946'da, nihayet 1950'de Türkiye'de yaşayan büyük kitleler henüz toplumsal ve ekonomik özne değillerdi. Açıkçası toplumsal olarak kabul görmüyorlardı. Fakat ansızın alınan bir kararla siyasal bir özne oldular. Verdikleri oylarla hayatı değiştirebileceklerini, siyasetçileri kendi hizmetlerindeki kişilere, siyaseti de kendilerine hizmet eden bir kuruma dönüştüreceklerini fark ettiler. O günden sonra da demokrasiye, oylarına sıkı sıkıya sarıldılar.
Bakmayın başka bin türlü laf edene. Bu iradelerini kestiği, yok saydığı, ortadan kaldırdığı için toplum darbeleri sevmez. Sevmez ne demek, nefret eder. Darbeler bizde bir avuç devlet taraftarının gene bir avuç sermayedarla kafa kafaya verip orduyu kullandığı girişimlerdir. Gene dinlemeyin bu konularda başka türlü atıp tutanları. Gerçek, en yalın, en kestirme tarafından budur. O nedenle darbelerde toplum olmaz. Tam tersine darbeler topluma karşı yapılır. Ama halk darbelerden her defasında intikamını almıştır. 1960'ı 1965'te aşmıştır. 1971'i 1973'te. 1980 1983'te, 2007'yi gene 2007'de. Daha ne olsun? Bir toplum siyasal bilincini daha ne kadar kanıtlasın?
PATIRTILI KAMPANYA
Ve şuna da inanırım ki, Türkiye'de halk seçimlerde denge kurmayı bilir. Özal'ın tabiriyle 'kantarın topuzunu' neredeyse hiç kaçırmamıştır. Özal 1989 seçiminde kendisi seçilmediği için öyle yakınıyordu. Bu da halkın sağ duyusundan ziyade siyasal bilinciyle ilgili bir husustur. Zaten bizim gibi teorisyenlerin şatafatlı ifadesine göre seçmen daima akılcı davranır. Sağduyu ile siyasal bilinç iç içe geçer. Ama yok canım, seçmen hiç de sağduyulu değildir, olmamıştır diyen dünya kadar kitap da vardır.
İşte bugün de öyle bir seçim yapacağız. Biraz hengameli bir kampanya oldu. Her kampanya, bütün sıkıntısına rağmen güzeldir. Zaten adı üstünde: kampanya. Ne olacaktı yani, insanları sıkıntıdan boğmak için mi gerçekleştirilecekti onca patırtı, gürültü? Gene de siyaset sosyologları bunu ölçtü: her şeyin ortalamalarda seyrettiği bir kampanya seçmenlerin ancak yüzde 3'ünün fikrini değiştiriyor. Ötesi kendi yandaşını pekiştirmeyi öngörüyor.
meşgul olmak istemiyorum. Biraz kişisel siyaset öyküleri anlatmaktan yanayım. Siyasal bilinci erken uyanmış bir çocuktum. Bunun nedenleri üstünde düşündüm, sonradan. Pek bir açıklama bulamadım önce. Sonra, bence Newton yasası kadar güçlü bir değerlendirmeyle karşılaştım. Andre Malraux, insanların dünyaya resim, müzik, jimnastik yeteneğiyle gelmesi gibi siyasal yetenekle geldiğini belirtiyor. Daha doğrusu o 'siyasal duyu' diyor. Bu çok önemli bir saptama. Zaman bana bunun gerçek olduğunu gösterdi. Bazı insanlar bu duyuya sahip, bazıları onu daha da geliştirip siyasetçi oluyor, bazıları daha da geliştirip liderlik yapıyor.
Ben eylemli siyasetten hazzetmedim. İlk siyasal deneyim benim için gazetelere ve dergilere bakmaktı. Çok ama çok çocuk yaşlarımı anımsıyorum, Kars'taki evin, aşağıdan rüzgar estiği zaman uçacak kadar yükselen halılarının üstüne yatar Akbaba dergisine, Ulus, Cumhuriyet gazetelerine, karikatürlerine bakardım. Demirel ve İnönü'yü anımsıyorum. Akbaba'da galiba Mim Uykusuz çok güzel çizerdi onları. (Bence Türk siyaset yaşamı epey bir parça karikatür demektir. Turgut Çeviker'in derlediği üç ciltlik Karikatürkiye- Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi (1923-2008) eşsiz bir kitaptır.) Bakar gülerdim.
MÜHENDİS DEMİREL
İlk karşılaştığım siyasetçi Demirel'dir. 1965 yılıydı. Güzel bir sonbahar günüydü. Önümden siyah elbiseleri, elinde fötr şapkası, gözünde güneş gözlükleri geçti. Tam önümden geçerken de başını, o zamanlar öyle yapardı, epey arkaya attı. Yıllar sonra bunu kendisine hatırlattım. Gününü de söyledi. Demirel her zaman etkileyici bir siyasetçiydi. Ben de mühendis kökenliyim. Hayata bir mühendis olarak bakıyordu. Siyasetten ve Türkiye'den başka işi yoktu. Her şey ama her şey kafasındaydı. Ben Kültür Bakanlığı'nda danışmanken onu İstanbul İl Müdürleri toplantısında izlemiştim. Aman Allahım, hâlâ hem hayret eder hem ürkerim.
Sonra İsmet Paşayı gördüm. Bizim evde hep "İsmet Paşa" denir. Eh ne de olsa, annem ve babam 1925 doğumluydu. Garp Cephesi Kumandanı da İsmet Paşa'ydı. Artık çok yaşlıydı. Yürüyecek takati bile yoktu. Gözleri görmüyor, kulakları duymuyordu. Öldüğünde Ankara'da ağır bir matem havası esmişti. Onu koltuğundan Ecevit etmişti. Ben de Ecevitçiydim. Onu da ilk kez Erdek'te 1969 yılında seçim konuşması yaparken dinlemiştim. Seçim konuşması dediğime bakmayın. Bayağı konferans verir gibi konuşmuştu. İlk katıldığım kampanya oydu. Büyüleyici, şiirli cümlelerini hâlâ sözcük sözcük hatırlıyorum. Edincik'ten geldiğini söylüyor, zeytinin, barışın, mavi göklerin lafını ediyordu. Ama ne ediş. Sonra onunla birlikte çalıştım. Edebiyat sohbetleri yaptım. Bir bölümünü Türkçeye çevirdiği Eliot'un Dört Quartet'inin bir bölümünü de ben çevirmiştim, kendimce. Öylece konuşuyordu, ben çıkardığı Özgür İnsan dergisinin kültür-sanat bölümünü hazırlıyordum. 20 yaşındaydım. Bana "Sayın Kahraman" diyordu.
Erdal İnönü'yle birlikte oldum. Hem de çok, hem de uzun. Elbette çok değerli bir insandı. Bilim adamı olarak dünya kıymetini bildi. Nobel kadar önemli olduğu söylenen bir madalyayı kazandı. Erdal Bey'i şimdi uzaktan düşününce bir entelektüel olduğunu söyleyebilirim, açık yürekle. Bir çekim yapacaktım onunla, bir oteldeydik, şimdi moda olduğu gibi eski stil bir kütüphane yapıp çok eski baskı İngilizce kitapla doldurmuşlardı. Onları teker teker elden geçirdik, üstünde konuştuk. Çekim bir buçuk saat geç başladı. Ben çok konuşurum o da çok dinlemişti. Ama Erdal Bey siyasetçi değildi. 'Operasyon' insanı değildi. Bence rektörlüğü de, dekanlığı da, genel başkanlığı da sevmediği bir işi yapan insanın ağır hatalarıyla doluydu. Erdal Bey oralarda olmak istiyordu, çünkü aristokrattı, çünkü o makamların kendisi için olduğunu düşünüyordu ama o işlerin insanı değildi. Ve eminim saf bilimde kalsaydı daha büyük başarılar elde edebilirdi.
Erbakan'la hiç karşılaşmadım. Ama çok istedim. Birkaç defa teşebbüs ettim. Bir defasında Oğuzhan Asiltürk'le bir defasında da Şevket Kazan'la karşılaştım, konuştum. Bunlar 1990'ların başıdır. O zamanların Refah Partisi başka bir dünyadır. Bunlar eski liderler. Tarihsel kişilikler. Bugünkü liderler hakkında bir şey söylemeyeyim. Hepsi siyaset arenasında izlenebiliyor. Ama Erdoğan'ı tanıdım, Gül'le yakın bir ilişki içinde oldum, Kılçdaroğlu'nu bir kaç kez gördüm. Demirtaş'ı ise uzaktan bile görmedim, Davutoğlu'yla özel yolculuklar yaptım. Zaman geçer, ömrüm olursa onlarla ilgili değerlendirmelerimi de ileride yazarım.
İKİ TÜR SİYASET VAR
Bütün bunlardan sonra, kuramsal yanını, sahasını, gündelik örgüsünü bilerek siyasetle uğraşmanın ne olduğunu soranlara ne cevap veririm? Galiba iki tür siyaset var. Birincisi bizim yaptığımız yaşananları, gerçekleşenleri irdeleyen, konuşan, yazan, entelektüel faaliyetimizin öznesi olan bir siyaset. Ona söyleyecek bir şey yok. Yok ama bunu da kendisine vazgeçilmez, dışına çıkılmaz bir amaç edinenler var. Onun kısırlaştırıcı olduğunu düşünüyorum. İkincisi, doğrudan doğruya siyasetçilik. O, siyaset sahasında kalanlar için bir yaşama tarzı. Bir müzisyen, bir atlet, bir ressam neyse onlar da aynı şeyi yapıyor. Onu yapmazlarsa olmaz. Ve onun dışında Ecevit tarzı siyasetçilerin de pek başarılı olacağı kanısında değilim. Demirel tarzı siyaset bence daha siyasetçiliktir. Çünkü dünya her gün yeniden kuruluyor ve siyasetin malzemesi bir ülke ile insandır. 24 saat bunu yaşamayan siyaset yapamaz. Siyasetçilik yapamaz diyelim de her şey yerli yerine otursun. Onlar siyaset yapamazsa, biz de siyaset yazamayız. Herkese iyi seçimler...