Geçen hafta New York'taydım. Bu kente ilk kez 30 yıldan fazla bir zaman önce bir akşamüstü inmiştim. Şimdi düşünüyorum, Midtown'da bir yerlerden girmişim şehre. Bahardı. Gene böyle mayıs başıydı. İlk işim başımı kaldırıp gökyüzünü aramak olmuştu. Binalar karanlığa birer mızrak gibi uzanıyordu. O ilk zamanların Aşağı Doğu Mahallesi'ndeki bohem zamanlarını, New York Üniversitesi'nin yayıldığı Greenwich kasabasındaki günleri, New School'un bulunduğu Union Meydanı'nı, o hayatı, heyecanı, unutamam. NY da zaten bu bölgelerdir. Buna bir de Soho'yu eklersiniz, Küçük İtalya'yı, Tribeca'yı katarsınız. Çok meraklıysanız Çin Mahallesi'ni (gençliğimde 'Cin Mahallesi' demekten hoşlanırdım) kurcalarsınız. Ben sonradan Gramercy Park civarını da çok sevdim. Ama iş bölgesi Midtown ve yukarı Batı ve Doğu kasabalarıyla işim olmaz, her ne kadar Columbia Üniversitesi civarını seversem de. Öte yakada ise Brooklyn Tepeleri'nin tadı hâlâ damağımdadır.
İşte geçen hafta sokaklarından geçerken, metrolarına binip inerken bu kentin değişen yüzünü düşündüm. 30 yıldan fazladır gelip gittiğim bu büyük adada artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Kabul ediyorum, 30 yılda değişmeyen hiçbir şey kalmadı dünyada ama burada yaşananlar biraz daha farklı. Çünkü bu 'değişim infilakı' son 10-15 yılın öyküsü.
New York 2000'lere kadar aşağı yukarı aynıydı. Fakat o tarihten itibaren, demek Clinton yıllarından sonra, akıl almaz bir hızla yıkılıp yeniden yapıldı. Şimdi etrafa baktıkça gözüme çarpan taş ve tuğla, 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı binalar teker teker 'uçuyor', buharlaşıyor, yerlerine 'CAÇ bina' dediğim, cam-alüminyum- çelik binalar dikiliyor. Her an bir başka, bir yeni gökdelen gerçekten de gökleri delip gidiyor.
Kaldığım otel odası 31. katta.Dışarı bakıyorum. New York sisler içinde, binalar yarılarını şehrin üstüne ağır bir yük gibi inen siste kaybetmiş ama diğer yarıları da yitik binaların. Cam yüzeyler sisle, onun buğu beyazıyla bütünleşmiş. New York sisler içinde yüzmüyor da sanki Manhattan adası cam-alüminyum- çelik olarak erimiş sis halinde yerlere ağıyor. Sis öyle dalga dalga binaları yalayıp yutarak ve kusarak iniyor New York'un üstüne.
Bu hali dünyanın zenginleşmesi yarattı. İnsanlık, hep yineliyorum, tarihinin görmediği bir paraya boğulmuş durumda. Gayrimenkul hiçbir zaman etmediği kadar para ediyor. New York'ta bildiğim herkes işini gücünü bıraktı, emlakçılık yapıyor, tıpkı İstanbul'da olduğu gibi. Tanıdığım bütün küçük işletmeler kapanıyor. Nereye gitsem yerinde yeller esiyor.
BİRBİRİNİN AYNI BİNALAR
İlk gece gözlerimizden uykular aksa da Blue Note'a koştura koştura gidiyorum, 10.30 caz 'suaresine'. Bir daha geldiğimde muhtemelen yerinde bulamayacağım, nasıl Paris'te o canım caz barlar kapandıysa, burada da kapanıyor. Merkez Park'ta yürüyoruz. Hava çok soğuk. Başımı kaldırıp bakıyorum. Tamam, Essex binası yerinde, bir iki taş bina da var tanıdık ama arkalarından yükselen CAÇ'ları nereden bileyim? Yenileşme eski şehri paldır küldür yiyor, bir canavar gibi. Yakında Manhattan cam-alüminyum- çelik bir kente dönüşecek, pırıl pırıl, ışıl ışıl, keskin, saydam ve sert...
Ansızın kafamda bir düşünce doğuyor. Bir daha bakıyorum, evet bu cam, alüminyum ve çelik yüzeyler bana başka bir şeyi anımsatıyor: az önce ayrıldığım Apple mağazasında, aralarında yüzdüğüm iPhone, iPad, iMac denizini. Onların ekranlarında gördüğüm pırıltı, saydamlık, ışıltı aynen bu binaların yüzeyinde mevcut. Mağazanın kendisi de öyle. İçinde kaldığınız kısa bir sürenin sonunda dünyanın geri kalan kısmından kopuyorsunuz. Bembeyaz, soğuk ama saydam bir ışık dört bir tarafı kaplamış, cam-alüminyum-çelik 'tapınağa' sinmiş. Pencereleri yok buranın. Dış dünya taş, toprak, ağaç, hava, su, ateş değil artık. Pırıl pırıl ışıklar içinde parlayan, yanan ekranların yüzeyi. Ve o ekranlarla NY'u kaplayan binalar neredeyse birbirinin aynı.
YENİ BİR NEW YORK
O zaman anlıyorum. İçeriden bakınca yok olan bildiğimiz 'dış dünya' artık içine girdiğimizde de yok. Taş binanın bir gerçeği vardı. Bizi doğaya bağlıyordu çünkü binanın taşını doğadan alıyorduk. Şimdi taş kalmadı, toprak yok, bütün binalar bir iPad'in, iPhone'un, bir bilgisayarın ekran yüzeyi gibi. Gündüz pırıl pırıl parlıyorlar, akşam olunca gene bir bilgisayar ekranı gibi ışıklar içindeler. Yani, sanal dünya artık sanal değil. Gerçeğin kendisi. Gerçek git gide sanallaşıyor. Cebimizdeki ekran yüzlerce metrelik yüzlerce bina halinde bu defa karşımızda duruyor.
Yapacak hiçbir şey yok. Bir New York bitti, bir başkası başlıyor. O gözle bakınca Randal's adasına bizi taşıyan gemiyi beklediğimiz 35. Cadde'deki rıhtımdan gördüğümüz 19. yüzyılın taş, demir, ahşap köprüleri, yapıları neredeyse varlıklarından utanıyor, eski varsıl, güçlü günlerini yitirmiş, yaşlanmış, artık varlığının bir külfet olduğunu düşünenler gibi. Gerçekten yapacak bir şey yok. Hayat artık o ekranlarda devam ediyor. Alışveriş, taksi, doktor muayenesi, banka işlemi, kitap okuma, her şey orada. O zaman yeni mimari gerçeğini buluyor. Yapacak bir şey yok diyorum. Yeni bir çağı yakaladığım için seviniyorum. Cebimde yeni aldığım iPhone'um var. Hem işlemleri tamamlandıktan sonra, "Burada 800'den fazla insan çalışıyor" diyen çocuklar, Apple mağazasında telefonu 'kurmadan' önce sırasıyla beni 'tebrik' etmemişler miydi?...
Gece bir eve gidiyoruz. Sandalye bile yok. Fakat devasa bir cam pano çıt çıkarmadan kalkıyor, evin önündeki geniş, büyük ferah terası açıyor önümüze. Elimi uzatsam dokunacağım kadar yakın CAÇ binanın Frank Ghery'nin olduğunu biliyorum, "Ghery manzaralı ev" diyorum.
Sabah da Renzo Piano'nun bilmiyorum nedendir bana bir deve hörgücünü anımsatan, hiç mi hiç beğenmediğim CAÇ binasına gitmiştik, Whitney'in et paketleme bölgesindeki yeni müzesine. "Piano, iPhone'a teslim olmuş" demiştim içimden. Yüzlerce benzeri olan bir bina yapmış, "Burada böyle" diyerek. Dünyanın en büyük mimarları gelip New York'ta yenik düşüyorlar.
Bu bir gerçek. Çünkü kökleri, bilinçleri, birikimleri bu Büyük Elma'nın gerçeğini kavramaya yetmiyor. Yaratıcılıkları bu devasa dönüşüm ve yenilik karşısında tuzla buz oluyor. Oturup suyunun suyu bir tekrarla yetiniyorlar. Ghery'nin Paris'teki Louis Vuitton Vakfı binası heyecan uyandırdı, bir de buradakine baksın. İçinden kavramayınca sorulan soruyu, cevap da verilmez. Cevap veriyormuş taklidi yapılır. İşin kötüsü ben sanat dünyasının da bu değişimi henüz karşıladığı kanısında değilim. Taksiye bindik. Havaalanına gidiyoruz. Trafik tıkalı. Olduğumuz yerdeyiz. 52. Cadde'deyiz. Bulvarları geçiyoruz Doğuya doğru, 7, 6, 5, Madison Park. Sola dönüyoruz, 53. Cadde'yle aradaki yerde Mies van der Rohe'nin muhteşem yapısını görüyorum, yeniden, Seagram binası. Cam-alümünyum-çelik. Ama onun bir farkı var. İçini Philip Johnson'un bir tapınak gibi düzenlediği o yapı bir ekran gibi ışıklar içinde değildi. Simsiyahtı. Hiçbir şey onun üstünde yansımıyordu. O her şeye yansıyordu. O nedenle bu ekran binaların hepsinin anası oldu.
O an, New York artık bir cep telefonu ekranı, koydum cebime gidiyorum diyorum, taksi hızlanıyor...