Yavuz (kardeşim) geldi, abi, dedi, Erol Büyükburç Mithatpaşa ile Ziya Gökalp caddesinin kesiştiği köşedeki binada kalıyormuş, arkadaşlarla gidip bekleyeceğiz, belki görürüz, imzalı bir resim alırız. Doğruya doğru, ben de gittim.
Sonradan çok yakın bazı arkadaşlarımın oturduklarını öğreneceğim o 1960'ların güzel, görkemli girişi olan yapıda biraz bekledik, umudumuz kırıldı, ayrıldık, kös kös.
Birkaç gün önce onu Gençlik Parkı 'aile' gazinosunda 'ailecek' izlemiştik.
Bir ara ayağını kırmıştı. O haliyle TRT'nin siyah-beyaz tek kanallı televizyonunda da görmüştük.
İmparator gibiydi. Elindeki bastonu artık bir aksesuvar olarak kullanıyordu.
Ceketlerin birini giyip diğerini çıkarıyordu. Çok etkileyiciydi.
Sahneye ise basbayağı bir taht kuruluyordu. Büyükburç onda oturuyordu, gene öyle, Zeki Müren'in sahneye taşıdığı yöntemle her şarkıda bir ceket değiştiriyordu. Hepsi güzel, şık, çekiciydi. En son şarkıda ceketi çıkardı, havada salladı, fırlatıp attı, çekip gitti. Yüzlerce hayranı sahneye fırladı, kapmak için. Malum 'Türk tipi' korumalar, o zaman bugünkü gibi değildi, çok pejmürdeydiler, malum sözcüklerle sahnedekileri kovdu, ceketi aldı. Tam sahne kenarında olduğumuzdan, 'Bu da manyak mıdır yahu, her gece bu dert...' diye söylendi, yürüdü, perdenin arkasında kayboldu.
Derken bir gün, dayımın arkadaşı Kemal Abilerden bir haber geldi. Apartmanlarımız zaten karşı karşıya. Bunlar Karslı ve Azeri. Büyükburç'un çalıştığı Lunapark gazinosunun sahibi, İlhan Bey de Karslı ve galiba çocukluk arkadaşıymışlar.
Kemal Abi, eşi, güzel Merziye Ablayla çok güzel oynuyor kendi kültürünün oyunlarını. Ayrıca o kültürün müziğini, şarkılarını biliyor, saz sanatçıları ahbapları.
Artık nasıl oluyorsa, Erol Büyükburç, yanına o zamanın kıyamet koparan sahne sanatçılarından Füsun Önal'ı alıyor, galiba aralarında bir muhabbet de var, Kemal Abilere geliyorlar, bazı yeni şarkılar öğrenecekler, o şarkılar temrin ediliyor.
Gökte aradığımız Erol Büyükburç, yanında 'efsane' Füsun Önal, karşımızda duruyorlar. 'Söğütler başın' eğende' diye bir şarkı geçiyorlar.
Büyükburç, arada bir Önal'ın yüzünü avuçlarının içine alıyor, diğeri baygın baygın bakıyor. Kemal abiyle eşi oynuyor, şarkı, türkü kıyamet ben sıkılıp çıkıyorum. Sonra sahnede ikisini görüyorum, o şarkıyı bir 'kabare' parçası gibi okuyorlar...
En nihayet keman çalma sevdasına kapıldım. Olacak iş değil. Ama bizimkiler ses çıkarmadılar. Bir keman bulundu. Konservatuvarda tamir ettirdik. Orayı bir cumartesi öğleden sonra sınıf arkadaşım çok sevgili Çiğdem'in (Çerçel-Serdengeçti) kız kardeşi ve piyano öğrencisi İpek'le gezmiştik. Ne kadar etkilenmiştim o 'lutier'den yani keman tamircisinden... Kemal Eroğlu müzik dershanesine gidiyorum. Meğer Kemal Bey, kendisini büyük piyanist falan sanırdı, kısa boylu, toplu, hoş bir adamdı, Büyükburç'un hocasıymış. Her köşede onunla çekilmiş boy boy resimler.
Kemal Bey bir gün, 'yok yahu çok yetenekliydi ama bunları yapacağını hiç tahmin etmemiştim' dedi.
Bütün bunlar 1960'ların sonu, 1970'lerin başında, Feyman kulüpte caz dinlenen, Yüksel Caddesi'nin köşesinden Kuğulu Park'a kadar uzanan bulvardaki kafelerde oturduğumuz, 'peşmelba' yediğimiz, 'kısa dalga TRT'nin günde bir-iki saat Batı pop müziği yayını yaptığı, Hayat Mecmuası'yla Life dergisini okuduğumuz, insanların PX'ten mal almaya çalıştıkları Ankara'da yaşadım. Şaka maka yarım yüzyıl geçmiş üstünde. Erol Büyükburç'un ölüm haberi Londra-Brüksel-Lahey-
Paris arasında mekik dokurken bana ulaştığında düşündüm.
TÜRK POPU İNŞA EDİLDİ
Erol Büyükburç, galiba iki şeyi gerçekleştirdi. Birincisi, olmayan bir Türk Popu inşa eden en önemli isimlerden biri oldu.
1960'larda bu genel bir akımdı.
Türk Popu neydi sorusu ise bütün modernleşme hayatımızda ve onunla iç içe geçmiş sahalarda olduğu gibi can yakan bir soruya döndü. 1970'lerin başında klasik müziğimizin yani Saray ve Osmanlı müziğinin yansımalarının görüleceği bu alan başlangıçta iki zemine yaslanmıştı. Birincisi, Batı müziğini Türkçe sözle söylemek. Sadece bizde değil bütün dünyada yaygın olan bir uygulamaydı. Ama bizde bu yaklaşımın asıl uğraşı haline geldiği bir dönem oldu. Üstüne üstelik bu iş gene bir dönem o parçaları aynı dilde söylemeyi de içeriyordu.
Sonradan işler gelişti, ikinci unsur da budur, Türk halk müziğinin parçaları Batı enstrümanları ve ritimle söylendi. Büyükburç da bu kervana katıldı. Derken bu damar çok gelişti. 'Folkpop' falan gibi saçma adlar da aldı. Hatta o da gitti, siyasallaştı. Kısacası, her alanda olduğu gibi bu alanda da Doğu-Batı sentezi yapmaya çalıştık, 'ulusal bireşim' geliştirme çabasına düştük.
Erol Büyükburç hiç o kervana katılmadı. Halbuki siyasallaşmanın bir ayağını bu folkloristler meydana getirirken diğer ayağını da Timur Selçuk gibi Fransız 'şanson' geleneğini çok iyi özümsemiş sanatçıların Türk şiirini söz edinen parçaları oluşturuyordu. Bunlar bazen müzikal oldu bazen de münferit parçalar.
Zannediyorum bu işin daha kalıcı yanını da onlar hazırladı.
Büyükburç, bu kervana katılmayarak işlevinin ikinci payandasını hazırladı: sahne! Çok yapay unsurlar da içermekle birlikte sahne onunla ve Ajda Pekkan'la anılmaya başladı. Yukarıda da değindim, bana göre, bu sahada Zeki Müren'den çok şey öğrenmişti. Sahneyi tamamen onun gibi kullanıyordu.
Kazandığı büyük sükseyi kısa süre sonra filmlere dönüştürdü. Tabii ki, gerçeklikten uzak, yapay bir sinemaydı. Ama onu bir fenomene dönüştürüyordu.
DEVRİNİ TAMAMLADI
1980'lerden itibaren, o siyaset şiddetinin yaşandığı 70'ler aşıldığında Büyükburç devrini tamamlamıştı.
Yeni bir dönem başlıyordu.
Sezen Aksu bu yılların yükselen ismi olacaktı. Ve Aksu, 1970'ler birikiminin senteziydi. Hiç doğrudan halk türküsü söyledi mi, bilmiyorum fakat şairleri besteledi ve müziğinin neredeyse tamamını kendisi besteledi. Öte yanda ise Zülfü Livaneli vardı. Çok etkili olsa bile onun müziği bu düzeyde değildi.
2000'lere gelince işler değişti.
Erol Büyükburç artık bir müzisyen falan değildi. Şovmendi. Konuştuğu zaman aklı başında şeyler söylüyordu.
Fakat ne yazık ki, beslendiği kaynaklar kuruduğu için acı bir biçimde kendi kendisinin karikatürüne dönüşmüştü. Televizyon programlarına çıkıyordu. Gençlerin mizah mevzuu olacak biçimde hareket ediyordu. Akıl almaz bir şeydi, ansızın 'ben saksı değilim, ben Türkiye'nin en büyük sanatçısıyım' diye bağırıyordu. 'Uzaylılar spermlerimi çaldılar' diyordu. 'Yolda giderken uçan daireleri gördüm, gene bana geldiler' diyordu. Bir programdan, 'siz bu kadarını görmeyin, istemiyoruz' deyince sunucu, mazlum bir edayla 'ne yapalım, kader, hayat bu' deyip ayrılıyordu. Sonra kuliste 'nasıldım' diye etrafına soruyordu.
Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, 1980 sonrasında Türkiye sınırlarını kırmış, dünyaya açılmıştı.
Küreselleşme 1960 ve 70'lerin arayışlarından çok ötede bir yere taşımıştı izleyiciyi. Artık öyle ne 'taklit Elvis' ihtiyacı duyuyordu ne de ulusallık. Ne halk türküsünden pop yapıyordu ne de Türkçe söz yazıyordu parçalara. Büyükburç ise bunların dışında kaldı. İkinci nedeni de bu durum açıklıyor...
O neden şu: şöhreti o düzeyde yaşamış, o düzeyde şöhret olmayı sağlayacak narsisizm ve megalomaniyle iç içe bir kişilik, gördüğünden ayrı düşünce başka bir şey yapamazdı.
Yeni dönemin koşullarına uyum sağlamaya çalışmak kendisini inkar etmek gibi gelecek, narsisizminin duvarlarına çarpacaktı. Kendisini ayakta, canlı ve diri tutmak, toplumsal bir konuya dönüştürmek için yeni yollar bulmaya 'mecburdu'.
Bir karikatüre bile dönüşse kendisiyle sınırlı kalmak ona yetecek, hatta iyi gelecekti.
Son gördüğümde eski bir şarkısını söylüyordu, ellerini gene eskisi gibi hareket ettirse bile yerinden kımıldayamıyordu, sahnede iki ayağı üstünde duran, başını omuzları arasında sıkıştırmış bir gövdeydi sadece.
Müzikse kaçınılmaz bir biçimde 'playback'. Keşke eski 'imajıyla' yetinebilse, eski işleriyle uğraşsaydı...
Çok büyük bir yıldızdı ama eski aylar yıldız oluyor anladım sevgili hocam fakat eski yıldızlar ne oluyor, bir de onu lütfeder misiniz...