Daha yaşarken sonsuzluğa yerleşmiş olan Yaşar Kemal'in ardından yazdığım yazıda onun 'kara/siyah/derin Anadolu'nun yazarı' olduğunu söyledim. 'Işıklı/mavi Anadolu'nun yazarı değildi' dedim. O sıfatlar, Anadolu'nun 'kara' ve 'mavi' olarak ifadesi kalemimin ucuna öyle bir çırpıda gelmemişti. Belleğimde onların bir tarihi vardı. Biraz geriye giderek başlayayım anlatmaya.
Ben ortaokul yıllarımı pek hatırlamam.
Daha doğrusu pek üstünde durmam o zamanların. Kişisel tarihim liseyle birlikte başlar. Nedeni basit: Ankara Koleji'nin lise birinci sınıfına girdiğim gün karşıma üç önemli hoca çıktı. Bunların başta geleni tarih hocası Hilal Nermin Gül hanımdı. Nermin hanım öyle eski hocalar gibi sınıfa öğrenciyi doldurup ders anlatmazdı. Çok şık, çok hükümran, çok şahsiyetli haliyle sınıfa gelir, dersi bir doktora sınıfı dersi gibi işlerdi.
Benim gibi aykırı bir öğrenci için bundan iyisi olamazdı. Nermin hanıma dersin başında o hafta işlememiz gereken konuyla ilgili bir soru sorar, bir tartışma açardık. Bir ders boyunca konuşur, anlatır, irdelerdi.
Ders kara kuru bir tarih dersinden çıkar bir kültür seminerine dönerdi.
Bayılırdım. Yetmezdi. Dersleri asar, onun başka sınıflarda işlediği dersleri izlerdim. Bunu daha sonraki yıllarda da yaptım. (Diğer iki hocam edebiyatçı Nükhet Kayserilioğlu ve biyolojici Halil İncealemdaroğlu idi. Halil hocadan da Nermin hoca kadar etkilendim.
O yıllarda bir taraftan da Nurullah Ataç'ı okuyordum. Onun 'okullarda Latince Yunanca öğretelim' görüşünden etkilendim. (Bugün de seçmeli ders olarak koyalım derim.) Ataç tam bir Batıcıydı. Yunan klasiklerini zaten okuyordum. Fakat onun Samsatlı Lukianos çevirisinden hareket ederek büsbütün gömüldüm o kitaplara. Her hafta okuduklarımı Nermin Hocamla tartışıyorum.
MAVİ VE SİYAH
Derken, edebiyatla da deli gibi haşır neşir olduğumdan Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı ile birlikte anılan Mavi Anadolu-Mavi Yolculuk grubunu/ düşüncesini keşfettim. Vedat Günyol'un yayınladığı Yeni Ufuklar dergisi hâlâ çıkıyordu. Onu düzenli olarak okurdum. Eyüboğlu'nun bir de denemelerini topladığı kitabı var: Mavi ve Siyah. Bazı yazıları neredeyse bir şiir. Anadolu'yu ve kendi tarif ettiği halkı anlatırken coştukça coşuyor. O halk ağzıyla, sözcükleriyle yazdığı yazılardan pek hazzetmedim. Bir yapaylık buldum onlarda. Eyüboğlu 'mavi' ile aydınlığı, aklı, bilimi, dürüstlüğü, 'kara' ile de sofuluğu, parayı, çıkarcılığı vurguluyor.
Fakat Azra Erhat'ın Mavi Yolculuk kitabı beni müthiş sardı. Nefis anlatıyor, Mavi Yolculuğu. Bir kere o yolculuk düşüncesi etkileyici.
Gerçi onda da şaşırdığım yerler oldu.
Koca koca adamlar tekneye biniyorlar. Birisi 'Hektor'dan yana mısınız Aşil'den mi?' diye soruyor, 'Hektor'dan' diye bağırışıyorlar.
Bunlar bana göre şeyler değil ama Erhat'ın anlatımı ve 'mavi' kavramı beni etkiliyor. Bugüne kadar içimde yaşayan antikitenin beni kuşattığını duyuyorum. Halikarnas Balıkçısı ise şimdi de süren asıl macera benim için. Hayatının görülmedik trajedileri, eğitimi, arayışı, çabası ancak şimdilerde oğlu ve kızının yazdığı hatıratlarla tamamlandı. Balıkçı bir defa akıl almaz bir anlatı ustası. Hele o Mavi Sürgün kitabında Bodrum'u ilk gördüğü an, Bodrum'daki ilk gecesi baş döndürücü bir anlatı doruğudur.
Fakat daha önemlisi Balıkçı antik Yunan uygarlığının Batı Anadolu'da, Ege'de doğduğunu, bu bölgenin Ionya olduğunu kan ter içinde anlatmaya çalışıyor. Uzun sözün kısası bir Mavi Anadolu gerçeği oluşuyor bende ama şöyle ama böyle. O zaman bu zaman Ege'yi, Akdeniz'i, doğrudan doğruya denizin kendisini derin bir tutkuyla severim.
ÇİNİLERİMİZDEKİ MAVİ
Biraz daha zaman geçince bu 'Akdeniz' kavramının önce Yahya Kemal ve Yakup Kadri tarafından 'bahri sefid havza-i medeniyesi' (Akdeniz uygarlık alanı) adı altında ortaya atıldığını, Nev Yunanilik (Yeni Yunancılık) adı altında bunun büyük tartışmalar doğurduğunu öğrendim. Yahya Kemal de Yakup Kadri de bir süre sonra bu gençlik aşk ve kavgasından vazgeçiyor. (Aynı tartışma Batıda 1848-1914 yılları arasında yaşanmıştır.) Ama daha sonraları Tanpınar'da başka bir şey yakaladım. Tanpınar, Yahya Kemal'in Akdeniz kavramını sonra başka türlü ele aldığını belirtiyor.
Yahya Kemal, camilerimizi dolduran bol ışığın bile Akdeniz kültüründen, coğrafyasından gelen bir etki olduğunu söylermiş. Bu tanım beni daha da etkiliyor. Biliyorum, Çin porselenlerinden gelen bir etkidir bizim çinilerimizde ilk dönemde bulunan mavilik ama ben onu da bu etki dairesi içinde düşünmekten zevk alıyorum.
Bugün Mavi Anadolucuları ideolojik planda bambaşka bir yaklaşımla değerlendiriyorum. Eleştirdiğim yanları daha çok. Fakat bu bendeki/ bizdeki Akdeniz 'çarpıntısını' ve 'titreşimini' yarattıkları gerçeğini değiştirmez. İşin bununla ilgili olmayan, siyasal yanlarıdır onlarla zıtlaştığım hususlar.
DERİN, SİYAH ANADOLU
Mavi Anadolu bir 'şiir' olarak iyi, güzel, söyleyecek sözüm yok ama bir zamanlar üniversitede Urartularla ilgili bir semineri açarken yaptığım konuşmaya hazırlanırken düşündüm. Fransa'da dağların, ormanların, yüksek plato akarsularının oluşturduğu bölgelere 'derin Fransa' (La France profonde) ve dendiğini biliyorum. (Başka anlamları da var onun, farkındayım, Paris'te oluşan 'yapay' kabul edilen kültür hareketine karşı, yani sarayın ve soyluların oluşturduğu yüksek kültüre karşı 'öz' Fransız kültürü, halk kültürü üreten bölgeler anlamınadır ama o bile sonuçta aynı noktayı işaret eder...) Gittim, oraları da karış karış gezdim. Gerçekten etkileyici bölgeler.
Hele o kara Perigord, Limousin, Ardech'ler, Aveyron falan bence muazzamdır. Issızlığın ortasına yerleştirilmiş tek tük binalarda geceyi geçirirken insan Ağustos ayında titrediğini, çakal, kurt ve diğer vahşi hayvan ulumalarını içi ürpererek ama toprağa bağlanarak dinler.
O zaman bizim bir 'derin/siyah Anadolu'muz neden olmasın diye sordum kendime. Hep söylendiği gibi Fırat'ın Doğusu değil de Kızılırmak'ın Doğusu bal gibi bu şekilde tanımlanabilir. Bilmem Anadolu yaylasını dolaşmış mısınızdır? Ben oraları da karış karış gezmişimdir.
Büyük yaylalar, gökyüzünün uçuruma dönüştüğü yüksek ovalar, ormanlık veya yalçın kayalıklar, bazen bilgece bazen delikanlıca akan sular, durgun, derin derin düşünen göller, sonsuza yayılan yollarla Anadolu neredeyse ezici bir coğrafyadır.
Bozkırında da şu değindiğim peyzajında da insanı kahreden, insanın içini yakan bir acı vardır. Bazen akşam üstleri insan o büyük, yanık, yer yer çorak bozkırda çıldıracak kadar büyük bir acı duyar. Bütün o bozlakların, uzun havaların, hoyratların nereden, nasıl, niye doğduğunu anlar. Her şey gelir, katılaşır, taş gibi olur insanın içine oturur. Ama bazen de o enginlik, o derinlik karşısında insan coşar.
Peyzajla ilgili bu kısım bir yana bu derin/siyah Anadolu'nun yarattığı, ürettiği, barındırdığı uygarlıklar var. İçinde, üstünde yaşarız ama kendimizden daha fazlasını bilmediğimiz için bu coğrafyanın çok eski tarihlerden başlayarak ne uygarlıklar ürettiğini fark bile etmeyiz. Oysa Anadolu bugün adını dahi bilmediğimiz büyük uygarlıkların beşiği. Etiler'den başlayarak, ki çok eski bir tarih, daha öteye gitmeden bu bölgelerde Urartuların yaşadığını unutmayalım. Adıyaman dağlarındaki Kommagene uygarlığından kalan taş tanrılar hâlâ büyük dinginlikleriyle bizleri gözetliyor. Roma'nın buralara serpiştirdiği özgül bir kültür var. Nihayet büyük Ermeni İmparatorluğu bütün yapıtlarıyla ayakta. Daha da fazla ihya edilmeyi bekliyor. Aynı şekilde Pontus burada, Bizans burada. Kürtlerin uygarlıkları burada, bütün yaşama kültürleri, bütün türküleri ve varlıklarıyla.
Süryaniler yanıbaşımızda.
Hatta ve hatta Anadolu Türklerinin erken tarihi buralarda. Ahlat'ta mezar taşları akıl durduracak kadar etkilidir. Selçuklu'nun diğer büyük taş yapıları azdır, gene de camileriyle, kümbetleriyle, medreseleriyle kalabildiği kadarıyla ayaktadır. Belki Yunan-Roma kadar göz kamaştırıcı değildir. Ama işte diğerine 'mavi' buna 'siyah' diyoruz. Mavinin ışığına karşı siyahın tokluğu, derinliği, görkemi, gücü, albenisi. Bunu bilmeden, düşünmeden, yaşamadan olmaz.
O Anadolu'nun kapısını aralamanın zamanı gelmedi mi?...