"...Oldum bittim hesapsız para isteme ve hiç sorgu sual etmeden, el titremeden istenen parayı ödeme karşısında hep şaşırmışımdır. Kültürümüzde para konuşmak, hesabı kontrol etmek, miktarını tartışmak ayıptır. Yanlış bulurum ama bu tavra saygı da duyarım. Gene de bu tavır beni rahatsız eder, çünkü sınırının olması gerekir..."
Kendime göre dişli taraflarım olsa da özünde mahcup tabiatlıyımdır.
Hele adap erkan söz konusu oldu mu haddinden fazla çekingen olduğumu söyleyebilirim.
Mesela, zaman zaman yazsam bile, ne yaptığımı, ne ettiğimi, yiyip içtiğimi falan anlatmaktan, kendimden bahsetmekten oldum olası sıkılırım. Yazarlığın bir çelişkisi de budur. Kendinizden söz etmediniz mi, kendinizi bütün varlığınızla ortaya dökmediniz mi sorunlu bir yazarlık tutumu içindesinizdir.
Yazarlık gerçekten de kendinizi anlatmak, kendinizi teşhir etmektir.
Hele bizim kuşağın, politik nedenlerle de, insanın kendisini saklamasını, hatta gizlemesini bir erdem olarak sunuşu düşünülürse, gündelik hayatımızı dile getirmenin ne kadar güç olduğu anlaşılır.
Doğrudur, yazmadım değil ama, mesela gezdiğim kentlerden falan, hele böbürlenerek, söz açmak oldum olası hazzetmediğim bir şeydir.
Çok bilmiş edalarından, doğal bir şeyden söz ediyormuşçasına ahkam kesenlerden, yukarıdan bakanlardan, caka satanlardan dinlenip dinlenip kaçarım. Rabelais'nin Gargantua'da Theleme Manastırı'nın büyük kapısının üstündeki kitabeye kazıdığı her şeyi bu manada hayatımın düsturu edinmişimdir.
Ukalalar, şımarıklar, küstahlar, tehdit edenler, böbürlenenler, şarlatanlar, züppeler benden geçer not alamaz, çünkü yanlarından geçmem.
***
Bunca şeyi aylar sonra indiğim, çok güzel bir parkı, çok güzel ve meşhur bir kahvesi, yan yana kafeleri olan, tıklım tıklım dolu barlara sahip, zamanında da gazinoları olan bir Boğaz semtinde yaşayanları, yaşananları gördükten sonra düşündüm. Ben yalan söylemem; uzun aradan sonra mahalleye girince hayretten neredeyse öleyazdım.
Sanki uzaydan gelmiş, bırakın içinde yaşadığı kenti, mahalleyi, bu dünyayla ilgisi olmayan insanların arasındaydım. Tabii, çoğunluğun arasında insan azınlık gibi kaldığından, asıl uzaydan gelmiş gibi dolaşan bendim.
Ne diyeceksiniz, kendisini New York'ta, Londra'da, Paris'te, California'da sanan insanlar arasında ayağınızı yere sımsıkı basıp 'buradayım' diyen birisi olarak? Ben de bir şey demedim, kimseye görünmeden, güzel bir kaç şeye bakıp, çekip gittim.
Fakat o arada bir kafeye oturmak, aklıma gelen bir kaç şeyi not almak, bir kahve içmek istedim. İyi ki de yapmışım. İstediklerimi garsona söyledim, başımı eğdim, çalıştım, o arada gelen, gerçekten çok kötü kahveyi yarım yamalak içtim.
Biraz daha oyalandım, günlük gazeteyi karıştırdım, etraftaki kadınların, gençlerin ne kadar yapay bir ses bir tarzla konuştuğuna tanıklık ettim nihayet hesabı istedim. İçtiğim bir tek kahveydi, gelen rakamı görünce gözlerim fal taşı gibi açıldı.
İşin kötüsü, işte maalesef kendimden ve yaşantımdan söz etmek zorundayım, bir kaç gün öncesinde yurtdışında çok önemli, dünyanın en tanınmış, her yıl milyonlarca turistin geldiği kentlerinden birisine yolum düşmüştü. Ayıptır söylemesi, epey yemiş içmiştim. Hayatımı kafelerde tükettiğim için gene öyle, bir kafeden çıkıp diğerine girmiştim. Harcadığım paralarla bu kafede verdiğim parayı mukayese edince dudağım uçukluyordu. Üstelik, dediğim gibi, verdikleri kahve kahveye benzemiyordu ama istedikleri para baş döndürüyordu. Ne yapacaksınız, ben de parayı bayılıp, arkama bakmadan çıkıp gittim.
İçimden 'gel de düşünme' dedim.
***
Oldum bittim bu hesapsız para isteme ve hiç sorgu sual etmeden, el titremeden istenen parayı ödeme karşısında şaşırmışımdır. Kabul ediyorum, bizde, kültürümüzde para konuşmak, hesabı kontrol etmek, miktarını tartışmak ayıptır. Yanlış bulurum ama bu tavra saygı da duyarım. Ne yapalım biz, mahcup ve suskun bir milletiz. Gene de bu tavır beni rahatsız eder, çünkü sınırının olması gerekir.
Bir nedeni bunun, kültürümüzün hesap kavgası yapmayı engellemesi ve
esnafı biinsafın bunu kullanmasıysa bir diğer nedeni, bizde, eskiden daha fazla, zenginin kendisini yoksul, yoksulun kendisini zengin göstermesiydi. Fakat bu şimdi değişti. Zengin kendisini daha da zengin, adeta vurguncu gibi göstermek istiyor. Bu nedenle de hesap kontrol etmiyor, hesaba bakmayı herkes ayıp sayıyor, bir kaç göç arasında ya kredi kartını vererek, ya doğrudan para ödeyerek ve bunu garsona da, karşısındakine de göstermeden savuşturmanın yolunu arıyor.
Ama mesela İngilizler de gayet terbiyeli bir millettir. Hatta kimselerde bulunmayan bir nezaketin sahibidirler. Hiç de böyle bir kaçgöç içinde değillerdir. Amerikalılar da. Ne yiyip içtiklerini bilirler, ne kadar hesap ödeyeceklerini önceden kestirirler, şaşırtıcı bir şey geldi mi, hesabı inceden inceye gözden geçirip çatır çatır söylerler. Ne bizden daha yoksul ne bizden daha az terbiyelidirler. Peki biz neden böyleyiz?
***
Bir nedeni, bu paraların sorgusuz sualsiz ödeneceğini bildiğinden hiçbir yerde neyin kaça olduğunun yazmamasıdır. Boğaz'da, mesela balık lokantalarında zaten menü yoktur, hesap getirilmez, sonunda garson neredeyse masanın altına doğru bir pusula uzatır, adam başı neredeyse maktu bir fiyat üstünden hesap edilmiş hesaptır bu. Müşteri de gene masa altından öder. Geçenlerde bir sinemaya gittim. Bileti ben almadım. Yanımdaki kişinin ödediği miktar başımı döndürdü.
Bilsem almazdım. Nitekim çıktım bir kadın kavga ediyor, neden fiyatı yazmadınız, ben normal miktardır sanıp kredi kartımı verdim, bilsem ödemezdim diyordu. Daha doğru ne olabilir?
E, bunu para, ticaret ve değer kültürünün gelişmemesiyle değil de neyle açıklayacaksınız?
Sabri Ülgener bir ölçüde bu kültürü irdelemiştir. Onun ayrıntısına girmeyeyim.
Ama çok önemli şeyler söyler ve halkın ve zadeganın para ile olan ilişkisini derinlemesine ele alır. O kadar geriye gitmeye de ben gerek var derim. Fakat baştan beri halkın söz konusu olduğu yerlerden söz açmadım. Çok üst düzey gelirin elde edildiği bir semtte gözlemde bulunduğuma göre mukayeseyi az önce insanların kendilerini oradaymış zannettikleri kentlerle, o kentlerin benzer semtleriyle yapmak daha doğru. Yani, uzun sözün kısası, Paris'te, Londra'da, New York'ta şu andığım semte benzer mahallelerde, zenginler arasında böyle bir tüketim yok.
Tersine, herkes kuruşuna düğüm atar. Bir defasında havaalanında gazetecinin önünde 1 kuruşlar birikmişti. Yaşlı adam gazetecinin bu parayı alıp kasasına koymayışına da, insanların bu parayı ceplerine atmayışına da köpürüyordu, para küçümsenir mi diyordu. Bunu hiç unutmadım, benzeri hadiselerle çok karşılaştım.
Şimdi sözü gelmesi gereken yere getirip bu tutumun
Protestan, Calvinist hatta
Katolik kültürle doğrudan bir ilişkisi olduğunu belirteyim.
Grant Wood'un
Amerikan Gotiği isimli resmini anımsayanlar ne demek istediğimi anlar.
Gülmeyen, dininden şaşmayan, çalışmayı ve biriktirmeyi tek ibadet sayan bir anlayıştır bu.
Kalvinizmin püritenliği malum. Para kazanmak ve tasarruf etmek bir ibadettir.
Bize çok yakın olan
Musevilik'te benzeri bir anlayışın haydi haydi olduğunu bilmeyen yok. Katoliklik bu tavra epey mesafelidir. Ama orada bile israf haram kabul edilir.
Peki,
İslam bunun dışında mı?
Niye olsun? İsraf bu dinde de haramdır.
Çocukken elektriği veya bir musluğu açık bıraktığımız zaman bize 'günahtır' derlerdi. Her şey 'idareli' kullanılırdı. Sonra iş gele gele bu noktaya geldi. Dinden şaştığımız için bu hale düştüğümüzü öne sürecek değilim. Çünkü, dinsel bu sınırların ötesinde, Protestanlıkta (ki
Weber onun ahlakının kapitalizmin ruhu olduğunu söyler ve
Ülgener, Weber'in dairesindedir) olduğu gibi parayla olan ilişki kapitalizmin bünyesinde
dünyevileştirilmemiştir.
Sanayileşme, sermaye birikimi, benzeri toplumsal hamleler, sosyal güvenlik sisteminin çökmesi veya hiç olamaması, insanları tasarrufa, para kıymeti bilmeye itmiştir Batı'da. Bizdeyse hâlâ geniş aile vardır, ona güvenilir. Sermaye biriktirmek akla hayale gelmez. Yatırım değil mansıp arayışı vardır.
Kayırmacılık zaten had safhadadır.
Her türden kazancın, gücün ailede, kabilede bölüşülmesi, ortak kazandan yeme kültürünün uzantısıdır.
Bir de, para nedir, 'elin kiri' değil midir?
Bu şartlarda bir de vurgunculuk, kara para, 30 yıl devam etmiş iç savaştan elde edilen hayırsız kazanç, rant ekonomisi gibi unsurlar işin içine girince, kim 'üç kuruş hesabın' (!) hesabını görecek.
Olacak şey değil. Aklı başında herkesin bu fiyatlara itiraz etmesi gerek. Yani iş öyle bir noktada ki, neredeyse, hesabı ödedikten sonra bir de hesap ödediğimiz için hesap ödeyeceğiz. Yani üste para vereceğiz!
İnsaf...