Kişisel sinema maceramın başlangıcını daha önce de yazdım. Henüz Kars'ta yaşıyorduk.
Ben, haydi beş demeyeyim de altı yaşlarında bir çocuktum.
Sinemaya ailece giderdik. O yıllardan, 'loca'da oturup, 'sımışka' (Kars'ta günebakan çekirdeği için bu Rusça sözcük kullanılırdı, Ataol Behramoğlu'nun kulakları çınlasın) 'yiyerek' izlediğimiz filmler elbette aklımda. Mesela Ben-Hur onlardan biriydi. Atlı araba yarışı sahnesini 50 seneden fazla oldu unutmadım. (Sinemanın büyüsü budur işte, fazla söze hacet var mı? Altı yaşındaki çocuk 60'ına yaklaşırken hâlâ o sahneyi anımsıyor...) Derken, bir gün, hiç unutmuyorum, Şehir Sineması'nın önündeki duvarda oturuyorduk, Yavuz'la, kardeşim, yanımıza kapıda duran görevli geldi. Babamdan söz açıldı, tanıyormuş. "Gelirsem beni salona alır mısın?" diye sordum. Ondan sonra, sıcak, kuru, yolları tozlara batmış, Kars yazının öğleden sonralarında o siyah salona gittim.
Bir gün kardeşimi de götürdüm.
O daha aileye bağlı bir çocuktu.
Sorunca bizimkiler, söylemiş. Bir gün film izlerken, babamın 'katibi' geldi, beni sinemadan çıkardı.
Kapıyı da tembihlediler, bir daha gidemedim. Sonra da bugüne kadar bitmez tükenmez bir tutkuyla bağlandım sinemaya. Dersler verdim...
İstanbul Modern'de Yüzyıllık Aşk sergisini dolaşırken, kataloğunu incelerken aklımdan bunlar geçti. (Bence adı 100 Yıllık Aşk diye yazılsaydı daha doğru olurdu, 'yüzyıllık' sözcüğü bence yanlıştır...)
UMUT FİLMİ ÇIĞIR AÇTI
Sinema bir mucizedir. Bu artık üstünde tartışılmayan bir olgudur.
İcadından bu yana 100 yıl geçmiştir.
Tam bir 20. yüzyıl sanatıdır. Fakat ilginç, 20. yüzyılın görsel sanat alanındaki büyük macerasını tamı tamına yansıttığı söylenemez. Evet, Ekspresyonist bir sinema vardır, Sürrealist bir sinema da mevcuttur.
Ama çok minör bazı denemeler dışında, deneysel bir sinemanın bazı örnekleri dışında, 20. yüzyılda görsel sanat dünyasının tanıklık ettiği büyük hacmi kapsayan bir sinema veriminden söz edilemez. Beni her zaman düşündürmüştür bu durum.
Türk sineması ise çok ilginç bir birikimdir. Her şeyden önce, Batı'yla neredeyse günü gününe, at başı gittiğimiz bir alandır sinema.
İcadından hemen sonra İstanbul'a gelmiştir. Ondan sonra da daima çok sevilmiştir.
Bu gerçek Türk sinemasının zaaflarını ve kısıtlamalarını ortadan kaldırmaz. Sistem kurma becerisine sahip ve dünyayı bu yoldan kontrolü altına alan, böyle bir özgüvene sahip olan Batı sineması kendisini hızla sanayiye dönüştürürken Türk sineması kendi yağıyla kavrulan bir realite olarak durur karşımızda.
1930'ların tiyatroyla iç içe geçmiş sineması 1950'lerde dönüşmeye başlar. 1960'lar aile sinemasının, star sinemasının keşif yıllarıdır.
Gene de yazayım, bazı yazarlarımız ne derse desin, bu sinema büyük kötülükler de etmiştir topluma.
Her şeyden önce uyduruk bir melodramın hayli yapay dünyasını bir gerçek/lik olarak insanlara benimsetmiştir. 'Türkan Şoray kanunları'ndan, şimdi festivallerde her yıl birkaç tane 'onur ödülü' alan diğer starlara kadar bütün oyuncuların yarattığı gerçek dışı dünyanın sağlıklı bir toplum ürettiğini söylemek nasıl mümkün olabilir?
Tersine, gerçek dışı, mahalle ahlakını benimseyen tam manasıyla bir cemaat toplumu çıkmıştır ortaya. Cüneyt Arkın sinemasının gene yapay ve hayali dünyasına ne demek gerekir?
Bu sinemayı kıran, beğenin beğenmeyin, Yılmaz Güney'dir. Umut filmi 1970 yapımıdır. Ama 1950'lerin İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının bir uzantısıdır. Önemi, bir çığır açmasındadır. Ardından gelen Arkadaş filmi içler acısıdır.
Ancak Sürü ve Yol'la yeni bir sinema çıkar ortaya. Kim ne derse desin, 1980'lerin o 'aydın sineması' hiç öyle yabana atılacak gibi değildir.
Onunla birlikte sinemanın genel geçer yapı dışında da bir düzeyinin olabileceğini gördü insanlar.
Yılmaz Güney'le bu aynı şey değildir.
Güney, konjonktürün kendisine sağladığı imkanları büyük bir sanatçı sezgisi ve yeteneğiyle değerlendirip kullanıyordu, solcu bir dünyaya solcu bir film yapıyordu.
1980 kuşağı sinemacılarıysa sırtlarını gerektiğinde o kitleye dönerek bir şey üretmeye çalıştılar.
Sonra gene sinema büyük aksında ilerlemeye koyuldu. Yavuz Turgul'un burada büyük başarısını unutmamak gerekir. Bizim edebiyatımız gibi sinemamızın bir dalı da toplumcudur. 1980'lerden itibaren Ertem Eğilmez'in, çok farklı alanlara yayılmış Atıf Yılmaz'ın bu yöndeki başarısını anmak gerekir. Dünyanın neresinde yaşasaydı Eğilmez de (o Kemal Sunal'lı filmler nedir öyle...) Yılmaz da evrensel boyutlar kazanırdı.
YAŞASIN TÜRK SİNEMASI
Sonra yeni bir macera geliyor.
2000'lerin sineması. Buna Yeni Türk Sineması deniyor literatürde.
Doğrudur elbette. Sinemanın başka mecralardaki gücünü beyaz perdeye yansıtmaya çalışan girişimlerdir bunlar. Toplum eleştirisi boyutu mevcuttur ama gene de, Zeki Demirkubuz bir yana çıkılırsa, bu sinema, dizilerin getirdiği olanakları kullanmak telaşındadır. Kitle sineması değil bu sinema. Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu ve daha birçokları niye kitle sineması kabul edilsin?
Kritik isim Nuri Bilge Ceylan. Yerleşik ama zor bir sinema dilini kullanarak Ceylan, evrensel insan trajiğinin üstüne gitti. Başarısı biraz da sinemaya olan inancını yitirmemesi, yinelemesi ve pekiştirmesinden geliyordu. Batı'yı Batı'nın silahıyla vuracak güçlü bir sinema çıkardı.
Türk sinemasını dikkatle izliyorum.
Bilhassa sinematografisi üstünde düşünüyorum. Uzun ve durgun sahneler, bitmeyen tekrarlar, yavaşlık! Bunlar bizim kendimize özgü sinematik dil özelliklerimiz.
Bunun tesadüf olmadığı kanısındayım.
Ve zor bir önermede bulunarak söz ettiğim görselliğin bilincimizin altında yer alan geleneksel görsel kültürümüzden, tekrara dayalı arabesklerimizden (arabesk bir formdur, Orhan Gencebay müziği değildir) ve özellikle de minyatürlerimizden türediği kanısındayım.
Gerekirse açarım bu görüşümü.
İkincisi, ne kadar dramatik bir sinema yapmaya çalıştıysak da, bir düşünün, Türk sinemasının en güçlü yapıtlarını komediler oluşturur. Eğilmez'in, Turgul'un, Yılmaz'ın filmleri de Ezel Akay'ın, Yılmaz Erdoğan'ın da son yıllardaki gözdem olan Onur Ünlü'nün sineması da, hatta Sinan Çetin'inki de, bu kanava üstündedir. Öteki güçlü filmlerimiz ise dramlar değildir, sanıldığı gibi, trajedilerdir. Dolayısıyla Türk sineması daima tragedyayla komedya arasında kaldı.
Türkiye gibi değil mi? Çok yaşasın Türk sineması!