Kendisini büyük başkanların sonuncusu diye nitelendiriyordu.
İyice yaşlanmıştı. Prostat kanserini yıllar yılı halktan gizlemişlerdi. Nihayet tamamlamıştı iki defa seçildiği ve toplam 14 yıl sürdürdüğü Fransa Devlet Başkanlığı görevini.
Bir sosyalist olarak başlamış fakat bir imparator gibi yaşamıştı başkanlık dönemini. Görev süresini tamamlamaya ve ölüme iyice yaklaşmışken bir fizikçi, bir felsefeci, bir din adamıyla birkaç gün saraya kapandı.
Ölümü müzakere ettiler. Dışarı çıktığında 'artık ölümden korkmuyorum' dedi.
Metresinden çocuğu olmuştu.
Yıllarca akşamları saraydan çıkan bir araba onu hayatındaki ikinci kadının evine götürdü.
Orada kaldı. Sabahları kahvaltıdan sonra saraya geri döndü. (Bu arada eşi de her gece saraydan çıkıyor, Kürt sevgilisinin evine gidiyordu.) Gene ölüme iyice yaklaşmışken, 'sırlarımla ölmek istemiyorum' dedi ve kızını açıkladı. Oysa herkes biliyor fakat Fransızlara özgü bir hayat 'inceliğidir' diye o sırra saygı duyuyorlardı.
Saraydan ayrılınca da karısının bulunduğu büyük ve güzel eve değil, sevgilisinin küçücük, bir tür 'sosyal konut' olan evine gitti. 'Mezarıma yerleştim' dedi.
Nihayet ölümün kıyısına erişiyordu.
Bir gün kır evinde en yakın dostlarını bir araya getirdi.
Hayatı boyunca pahalı hediyeleri ve büyük yemekleri sevmişti. (Son özel aşçılarından biriyle olan günleri şimdi Haute Cuisine filminde izlenebilir.) Uzun masa kurulmuştu. Yerinden kalkacak halde bile değildi.
Gene de masaya oturdu. İstiridyeler, pavuryalar, ıstakozlar, envai çeşit peynirler vardı. Derken bir bakır tencere geldi. Ortalığa Attila İlhan'ın 'yirmi beş damla gözyaşı demekmiş' dediği armanyak kokuları yayılmıştı.
Tencere önüne kondu.
Fransa Devlet Başkanı François Mitterrand, bir büyük kıtır kıtır kolalı örtüyü başının üstüne çekti. Dehşet dolu nazarlar arasında tencerenin üstüne kapandı ve içindeki, bir armanyak kasesinde boğulmuş, tüyleri yolunmuş ve kılına bile dokunulmadan bütün halinde gene armanyakla pişirilmiş, baş parmak büyüklüğündeki kiraz (ortolan) kuşlarını yedi. Sonunda örtüyü başından çekti. Etrafına alay eden bakışlarla gülümsedi.
Mitterand artık ölüyordu.
O günden sonra yemek yemeyi reddetti.
Nihayet resmi olarak kabul edilmese de kendisine fazla morfin verilmesini istedi ve ötenazi uyguladı.
Olay bir iki gün sonra öğrenildi.
Kıyamet koptu. Kiraz kuşları koruma altındaydı.
Soyları tükeniyordu. Yakalanmaları, yenmeleri yasaktı. Mitterrand, konuklarının gözlerine bakıp onlarla alay ederek pişirtip yemişti kuşları. Böylece istediği her şeyi yapabileceğini, bir Tanrı-imparator olduğunu, ölümü, ölüm kuşlarıyla karşılayabileceğini göstermek istemişti.
Muhtemelen.
Geçenlerde bir yabancı gazetede kiraz kuşlarının yeniden mutfaklara döndüğünü okuyunca bu öyküyü düşündüm.
Bu kuşlar kadersizdir.
En büyük özellikleri sesleridir.
Bülbülden bile daha iyi şakırlar. Roma'nın sefih imparatorları bunu fark eder. Kuşlar geceleri öttüğünden bu ufacık yaratıkları yakalayıp gözlerini toplu iğnelerle delerler. Halikarnas Balıkçısı'nın Gündüzünü Kaydeden Kuş isimli öyküsünde anlattığına benzer bir hal cereyan eder. Görmeyen kuş saatlerce öter. O arada yer ve semirir.
Nihayet belli bir 'şişmanlığa' erişince bu defa yukarıda anlattığım şekilde yenir.
BİR LOKMADA AĞZA ATILIR
Daha da vahşi kısmını anlatayım.
Kuş bir lokmada ağza atılır.
Bütündür. Ölüm seremonisi o Romalılar devrinde çok işlemeli, bütün kokuları ve ısıyı muhafazaya yarayan örtülerin baş üstüne çekilmesiyle başlıyor.
Yemek o kadar sıcaktır ki, kuş dilin üstüne yerleştirilir.
Soluk alınıp verilerek soğuması sağlanır.
Asıl maksat yağlarının o sırada eriyip damağa yayılmasını sağlamaktır.
Derken ağız kapanır. Baş dışarıdadır.
O koparılıp atılır. Sır, çiğnemenin en az 15 dakika sürmesindedir.
Böylece bütün kemikler, iç organlar, hatta ayaklar yenir.
Armanyakta boğulduğu için de bu 'işlem' sırasında ciğerlerden o nefis içkinin rayihası ve tadı salınırmış.
Ve bu arada efendim, Akdeniz'in bütün tatları, kokuları insanın damağına yayılırmış...
Bunlar bendenizin bitmek tükenmek bilmez yemek okumalarından çıkardığı bilgiler. Buna benzer başka 'yasak yiyecek'ler yok değil. Hayvan henüz canlı iken kafatası parçalanıp çıkarılmış maymun beyni yiyenler mi istersiniz, daha burada sayıp dökmek istemediğim diğer 'şeyleri' yiyenler mi?... Her defasında düşünürüm. Bu doymak bilmez iştahı nedir diye. Yemek çok zevkli bir iştir. Sonunda bir haz ve kültür meselesidir. Şu anlattığım kiraz kuşu yemeğinin bile kültürle olan ilişkisi besbelli.
Fakat gerekli mi? Manasız bir şey sormadığımı umarım. Neticede kültür her topluluğun kendi seçtiği, asırlar içinde olgunlaştırdığı bir yemeği zevkle yemesidir. Doğrudur ama kimsenin kimseye hiç mi itirazı olmayacak?
Mesela şu 'kiraz kuşu senasını' kabul etmek zorunda mıyız?
Bilemem. Ben aşırı buluyorum.
Ama işin içine hedonizm karışınca söyleyecek fazla şeyim yok. Arzu ve haz insanın sınır tanımayan iki özelliği. Bunların altında bana kalırsa bir de 'fantezi' yaşama tutkusu var. İnsan çoğu kez varlığını, gerçekleştirdiği bu aykırı davranışlarla kanıtlıyor. Cinsellik de öyle değil mi? Sapkınlık olarak nitelendirdiğimiz nice davranış cinsellik dünyasının yapı taşları.
Yemek daha masum bir ayrıksılık.
Fakat o da değişiyor.
Dikkat ediyorum. Çevremde artık herkes daha önce hiç tatmadığı, kendisine yabancı olan yiyecekleri pervasızca 'denemek' istiyor. Belli ve tek bir yemek kültürünün içinde yaşamıyoruz artık.
Yıllar sonra Amerika'ya, aynı kampüse döndüğümde en çok şaşırdığım şey, köfte, makarna, tavuktan mürekkep tabldotun yerini Çin, Moğol, Japon vs mutfaklarına bırakması olmuştu. Küreselleşme böyle bir şey aynı zamanda.
Kültürler arası geçişler demek küreselleşme.
Gene de ben yaşanan tüketim kültürünün bu işte önemli bir payı olduğu kanısındayım.
İnsanlar son 20 yıldır büyük bir hırsla hayatı hedonizme dönüştürme gayretinde. Dur durak bilmez bir şekilde kendilerinde her şeyi yapma hakkını görüyorlar. Yemek kültürü de giderek bu yönde değişiyor ve insanlar artık yerin altında, göğün üstünde ne varsa onu gövdeye indirmeyi marifet biliyor. 20 kaptan müteşekkil 'tadım menüleri'nden işte kiraz kuşlarına kadar geldik.
AYNI ÇİZGİYİ TUTTURMAK
Bunları bir bütün halinde yapanlara hiçbir itirazım yok.
Bugün, diyelim, Redzepi'nin veya Gagnaier'in, Blumenthal'in, Adria'nın mutfağının, dayandığı deneyselliği, öncülüğü, yaratıcılığı hayatının her aşamasında yaşayan, mobilyasından giysisine, mimarisinden duvarına astığı yapıta kadar her düzeyde aynı çizgiyi tutturan, sürdüren kişiye sadece 'helal olsun' derim.
Ama ötekiler, 'bir de kiraz kuşu yiyelim derlerse' ne diyeceğimi bilemem.
Herkese afiyet olsun ama her şeyi yiyeceğiz diye ne yapalım, 'zıkkımın kökünü' de mi yiyelim?...