Sabahları kahvaltı etmiyor, güne bol şekerli kahveyle başlıyor. Eğer akşamdan kalmaysa, arka arkaya üç tane sade kahve içiyor, üç bardak da portakal suyu.
Gün geceye sayısız kahve-sigarayla bağlanıyor. Sigaraları peş peşe yakıyor ama yemek masasında kadın varsa içmiyor. Kadınlı davetler bu yüzden başlarda bir nevi işkence...
Leblebi sevgisi, malum... Selanik'te her köşe başında leblebi satılırmış çocukluğunda. Sağ elinin ilk üç parmağıyla alıp ağzına atıyor ya da havaya atıp ağzıyla yakalıyor. Başka oyunlar da oynuyor leblebiyle, beğendiği kadınların avucuna leblebi sıkıştırıyor!
Soğan, sarımsak kokusundan hiç hoşlanmıyor, pastırmayla sucuğa tahammülü yok. Izgara kefal, levrek ve İzmir çipurasını seviyor. Çırpma hamurdan beyaz peynirli, tavuklu börek, favorilerinden. Böreğe "bürek", yoğurda "yuğurt" diyor.
Omleti az pişmiş, sulu ve bazen de sebzeli tercih ediyor. Sebzelerde kuşkonmazın yeri ayrı... Spagettiyi çok seviyor, hem bolonez hem napoliten olarak. Özellikle domates soslu makarnaya düşkün...
Zeytinyağlılar, bilhassa fasulye ve bakla az yağlı, bol şekerli olmalı. Bir davet öncesi, mutfakta herkesin işi başından aşkınken canı barbunya pilaki çekiyor. Çok ısrar edince, "Ayıklarsın o zaman" diye bir tencere barbunyayı önüne koyuyor Latife hanım. Dişi görünmez fotoğraflardan ama dişli olduğu şüphe götürmez.
MUHABBET VE SINAV YERİ
İrmik helvası da biraz sulu yapılıyor, helvadan ziyade irmik tatlısı sanki, üstüne de meyve şerbeti... Supangle sonra... Bugün profiterolün gerisinde kalmış olan, çok az yerde eskisi gibi yapılan ama içindeki o nemli kekinin kıvamı tamsa tadından yenmeyen...
Sofraya davet ederken "faddal" (Arapça buyurun demek) diye sesleniyor. Uzun saatler geçirilen sofraları namlı ama yemekleriyle değil, muhabbetiyle. Bir sınav yeri sofra... Sohbet ve tartışma alanı olduğu gibi, insanları test ettiği, kimi nerede nasıl kullanacağına hiç hissettirmeden karar verdiği yer.
Evet, Cumhuriyet Bayramı arifesinde Atatürk'ün sofrasından bahsediyoruz. Yerimiz elverse dönemin lokantalarından, yeme-içme alışkanlıklarından da konuşuruz. Mesela Rus etkisinden... Tokatlıyan'dan, Con Paşa'nın Karaköy'deki lokantasından, Alman birahanesi Zeuve'den...
Ankara'daki meşhur Karpiç'in İstanbul Tepebaşı'ndan giden Gürcü asıllı sahibi Karpovitch yani Karpiç Baba'yı anarız yine imkân olsa... Müşterinin önden içtiği çorbada bol pirinç varsa, sonrasında pilav yemesini engelleyen, garsonları her tabak arasında sekiz dakika ara vermek konusunda tembihleyen, bizim milletin hızlıca yiyip kalkmacı olduğunu söyleyip itiraz eden olursa ona "Ya müşteri azarlayacak ya ben kovacağım, seç!" diyen efsane lokantacı...
BUNLARI VE DAHASINI NASIL ÖĞRENİRİZ?
Üç kitap elde bir kere: 'Mustafa Kemal Atatürk / Mücadelesi ve Özel Hayatı' (İpek Çalışlar, YKY). 'Teyzem Latife' (M. Sadık Öke & Fatih Bayhan, Pegasus). 'Benim Sofram Bu' (Oğuz Akay, Truva). Ama asıl özel bir yemeğin hakkını vermeliyiz muhakkak:
IWSA'da (International Wine & Spirits Academy) çok aydınlatıcı tematik yemekler düzenleniyor. Hem damağa hem dimağa ziyafet... Geçen hafta elinin de dilinin de üst düzey lezzetiyle tanıdığımız Hülya Ekşigil anlattı, kişilikli lokantası Naif'ten bildiğimiz Seray Öztürk pişirdi, alanında derya deniz Ayça Budak da içecekleri eşleştirdi. Akşamın konsepti 'Cumhuriyet Sofraları'ydı.
Artık daha çok 'Amerikan' denen malum salatadan piroşkiye Rus etkisini gördük, Naif'in medarıiftiharı yaprak ciğerle büyülendik, yağlı fasulyenin kimliğini konuştuk, supangle ile nostalji yaptık. Sofradan büyük memnuniyetle kalktık ama anlatılanların lezzetine doyamadık doğrusu.