Kimsenin adını aklında tutamayıp herkese "Şeycim" diyenlerden olmadığınızı umarak başlayalım. Ama mutfağa neden gittiğinizi hatırlayamayıp geri geldiğiniz oluyordur herhalde... Dosyayı nereye koyduğunuzu bilemeyip fır döndüğünüz...
Yemeğe birilerini çağırıp en özendiğiniz tabağı buzdolabında unuttuğunuz...
Tüm telefonların, doğum günlerinin, yıllık takvimlerin cebimizde, ortak hafızamızın Google'da kayıtlı olmasından mı, iklimden mi, gündemden mi, her ne ise sebep, sonuç belli: Artık kimsede Demirel hafızası yok!
Var mı çaresi?
Geçtiğimiz günlerde iki benzer mail geldi; ikisi de mutfak bağlantılı zihin parlaklığı vaat ediyor. Ne yiyip içersek kafamız daha berrak, hafızamız daha keskin olur, onları sayıyor.
Balık önemli bir kere beyin sağlığı için. Omega 3 açısından en makbul balıklar hangileri peki? Somon, sardalya, palamut, lüfer, hamsi, ton, uskumru. Palamutla lüferin hele tam zamanı, sık sık sormalı hatırlarını.
Sek beyaz değil, kırmızıbeyaz diye düşünmek lazım.
B12'nin hafızayla ciddi bağlantısı var ve B12 de en çok hem kırmızı hem beyaz ette, karaciğer ile böbrek başta olmak üzere sakatatta ve de süt ürünlerinin kare asında var: Süt, yoğurt, peynir, yumurta.
Atıştırmalıklarla akıl sağlığı arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Fındık ve ceviz mevzubahisse, şöyle: Güçlü hafıza ve yaşlılığa yatırım diyorlar bu ikisi için. Çay, bitter çikolata ve yabanmersini de beyni genç tutanlardan.
Hiç fena bir menü değil doğrusu!
İkinci mail ise hedef kitlesini çoktan belirlemiş; "Beyaz yakalının aradığı zihin açıklığı mutfakta" diyor başlığı... "Ben dün ne yediğimi bile unutuyorum diyenlerin hafızasını fil gibi güçlendirecek" diye iddialı da bir sloganla çıkmışlar.
Fındık, fıstık ve cevizli milkshake iyi odaklanma demekmiş. Biberiye çayı beyni canlandırıyormuş.
Portakal suyu algıyı açarmış.
Zencefil çayının kreatif faydası varmış. Lahana çorbası stresi alıverirmiş. Ginkgo biloba çayı beyne oksijen yolluyormuş. Limonata iyi hatırlatırmış. Havuç suyu güzel ezberletirmiş.
Ah, keşke bu kadar kolay olsa... Hayat bayram olsa...
İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa, uzansak sonsuza...
Aşurede börülce olur mu?
'Ev alma komşu al' ile yarışır kalibrede bir başka cümle de 'En iyi komşu aşure getiren komşudur' şeklinde kurulabilir.
Nasıl çocukların YGS'si, doktorların TUS'u varsa, her yıl Muharrem ayında (10'una denk gelen ve takip eden günlerde) komşular da birer sınav verir.
Nohutla kuru fasulye iyi pişmiş mi?
Fındığı, fıstığı, cevizi, bademi çıtır mı?
Üzümü tombul ve bol mu? Kıvamı nasıl?
Şekeri karar mı? Sunumu estetik mi? Lezzet ile kreatif yön dengeli mi? Geleneksellik ile varsa yenilikçilik uyum içinde mi?
Aşureler ve sahipleri içten içe kapışır.
Osmanlı'yla, Sadri Sema'nın 'Eski İstanbul Hatıraları'nda anlattığı 'kuyruğun dünyaya gelmediği' zamanlarla boy ölçüşemeyiz tabii ki: "İstanbul'un Hamidiye, Laleli; Üsküdar'ın Yenicami, Valide Camii imareti gibi büyük aş ocaklarında ve birçok dergâhlarda aşure pişirilirdi. (...) İstanbul şahlanırdı.
Köşede bucakta ne kadar fakir varsa, ne kadar dilenci varsa akşamdan imaretlerin, dergâhların etrafını sararlar; kapılarında sıralanırlardı. Lakin karma karışık bir halde.
O çağlarda kuyruk dünyaya gelmemişti.
Ellerde kovalar, güğümler, testiler... (...) İmaretler yalnız fakirlere mi aşure verirlerdi?
Hayır. Bütün İstanbul'u aşureye gark ederlerdi. Bütün halka kovalarla, güğümlerle, testilerle aşure dağıtırlardı."
Böyle bir bolluk olmasa da, bu hafta çoğu zil acı acı değil, tatlı çaldı. Sadece gastronomik değil dini açıdan da bu en simgesel, en manalı, en bolluk-bereket çağrışımlı tatlıdan yapıp paylaşanların ellerine sağlık, yiyenlere de afiyet olsun.
Bu yılki aşure trendlerini sorarsanız:
Süslemede susam ve çörekotu kullanan, içine kinoa koyan vardı. Nar artık demirbaş, yaban mersini ile portakal/turunç kabuğu da üzümden, kayısıdan aşağı kalmıyor.
Ya bakla? Börülce?
Yumurta?
Ağzınızı büzüştürmeden önce bir dinleyin:
Amerika kökenli fasulyenin Osmanlı mutfağına 1800'lerde girdiğini, daha önceki aşurelerde börülce ya da kuru bakla kullanılmış olabileceğini anlatan sevgili Artun Ünsal, Topkapı Sarayı mutfaklarının incelendiği bir araştırmada, XV. yüzyılın ikinci yarısında pişirilen aşurenin muhteviyatını şöyle sayar: Şeker, pirinç, badem, bakla, börülce, hurma, kuş üzümü, dövülmüş buğday, kavrulmuş fındık...
Bir sonraki yüzyıla ait belgelerdeyse ek olarak ceviz, rezaki üzümü, nohut, hatta yumurta ve elma görülür (İstanbul'un Lezzet Tarihi).
1870'de Sultan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan'ın aşçılarının hazırladığı geleneksel 'süzme aşure terkibi'yse şöyledir: "Buğday, beyaz şeker, göbek miski, âlâ Rezaki üzümü, çamfıstığı, çekirdeksiz üzüm, sakız baklası, Mısır hurması, börülce, yerli kırması çamfıstığı, nohut, kavrulmuş fındık içi, badem içi, âlâ gül suyu, fasulye, Konya'nın kuş üzümü, sibiryağı (tereyağı), pirinç unu, nişasta."
Kalabalık bir tencere maşallah. Hem görüyoruz ki içinde bakla ve börülce de eksik değil. Aman! Deniz börülcesi değil elbette; o kadar da değil...