Evet, yemin etsek başımız ağrımaz. Konuştu gerçekten de. Aynen şöyle oldu:
Mildred Pierce'ın Türkiye'de gösterim hakkını alan FoxLife kanalından aradılar. Venedik Film Festivali sırasında Kate Winslet'la bir röportaj ayarlandığını, dizinin gösteriminin de yapılacağını ve konuyla ilgilenip ilgilenmeyeceğimizi sordular. Diziyi izleyip beğenen, yönetmeni Todd Haynes'in filmlerine de özel olarak ilgi duyan biri olarak, bu işe bizzat ben girişmek istedim. Başladım çalışmaya. Konuyla ilgili birçok yazı, röportaj vs buldum, okudum, kafamdan sorular çıkardım filan. Bu arada röportaj başvurumun onaylandığı, resmi olarak bildirildi. Hatta bir de sevindirici gelişme, Todd Haynes'le de konuşabilirmişim! Uzun bayram tatilinin ikinci kısmına denk gelen röportaj vakti yaklaştıkça da gerildim doğrusu. Çünkü zannediyorum ki, Lido'daki Excelsior otelinin, bana numarası bildirilen bir odasında bir koltukta oturacağım, Kate Winslet da karşımdaki koltukta oturacak ve biz 15 dakika konuşacağız. Yola çıkmadan önce öğrendim ki bu bir 'round table', yani yuvarlak masa röportajıymış. Yani biz baş başa olmayacağız, başka gazeteciler de olacak. Olsun, ne yapalım. Kate Winslet, SABAH'a konuşacak ya. Ben yine de ne olur ne olmaz diye, bu işlerde fazlasıyla tecrübeli arkadaşım,
dipnot tablet'e de film yazıları yazan Ali Arıkan'ı aradım. "Bu round table nasıl bir şey?" diye sordum. Anlattı: "Şimdi bir masaya 10 kişi filan oturturlar. Bunların iki-üç tanesi hiç ağzını açmaz, başkalarının konuşmalarını kendileri röportaj yapmış gibi yazar. Bir tanesi mutlaka, sınıfın kendini göstermeye çalışan öğrencisi gibi, sanki bunun bir basın toplantısı olduğunun farkında değilmiş, sanki birebir röportaj yapıyormuşçasına sorular sorar. Bazıları kendi ülkeleriyle ilgili konuşur; işte mesela 'Dubrovnik'i gördünüz mü, beğendiniz mi?' filan gibi. Diziyle ilgili bir şey sorulmaz, çünkü muhtemelen kimse izlememiştir. Çeşitli magazin soruları çıkar. Mutlaka
Titanic'le ilgili bir soru gelir." Ben burada, "Yok artık!" diyerek kestim lafını. "
Titanic'miş!" İnanır mısınız?
Titanic sorusu dahil, her şey aynen dediği gibi gelişti. Anlatayım:
'I COME FROM ISTANBUL, SABAH'
Röportaj yeri, Lido'da Excelsior otel. Oda numarası sonra bildirilecek. Benim kaldığım yer çok uzakta, vaporettoyla Lido'ya geçip, oradan taksiyle otele gitmem gerekiyor. Geç kalmamak için korkumdan bir gün önce yolu öğrendim. Sabah da erkenden yola koyuldum. Otel ana baba günü, boynunda festival kartı taşıyan gazeteciler, yıldızlar ve tabii ki halkla ilişkiler uzmanları, yani PR'cılar. Oda numarası son anda telefonuma mesajla geldi. Gittim ki, koridorda bir sürü gazeteci. İsmimi söyledim, beklemeye başladım. O anda telefonuma bir mesaj geldi, "Guy Pearce'la da röportaj ayarlayabildik, ister misiniz?" diye. "Tabii isterim," dedim. "Pierce'la ilgili hiçbir hazırlık yapmadım ama, ne yapalım bu masada da hiç konuşmayan gazetecilerden biri ben olurum," diye düşündüm. Beklenen an geldi, odaya girdik. Küçük bir odaya yuvarlak bir masa oturtmuşlar, masada yönetmen Todd Haynes, etrafında biz dokuz gazeteci. Öyle bekliyoruz, çünkü Kate Winslet biraz gecikecekmiş. Todd Haynes, Amerikalılara özgü kibarlıkla, hepimizle tanışmak istedi. Aceleyle tanıtıma başlayan arkadaş adını söylemeyip, ülkesini ve basın kuruluşunu söylediği için biz de öyle yaptık. "Hi! I come from Istanbul, SABAH daily." Sanal tanışma faslından sonra tabii ki konuşmalar başladı. Kate Winslet'ın gelişine kadar geçen 12 dakikalık sürede Haynes'in sinemadan sonra televizyonu hiç de aşağılamadığını, hatta erkek arkadaşının TV delisi olduğunu ama yalnızca çok iyi ve çok kötü programları tercih ettiğini, kendisinin ise ortalama programlara meraklı olduğunu 'suçlu zevk' olarak da
Top Chef'i tercih ettiğini öğrendik. Sonra Kate Winslet geldi. Bu sayfada da fotoğrafını görebileceğiniz şort takımıyla. Sabah 11'deki görüşme için, fotoğraf çekilmesine de izin verilmediğini düşününce, fazla makyajlı buldum kendisini ama "Belki başka bir odada, başka bir gazeteciyle baş başa röportaj yapacaktır, kimbilir," deyip geçtim. Winslet biz "iyi insanlar"ı ("you good people") bekletip değerli dakikalarımızdan çaldığı için özür dilerken, bir yandan da çantasından tütün paketini çıkarıyordu. "Burada sigara içilmiyor mu?" diye sorarken, Alman gazeteci "Sean Penn, Cannes'da otel odasında içmişti," deyince Haynes bir yandan, Winslet öbür yandan "O delidir, ne yapsa yeridir," gibilerden gülerek tütün paketlerini çıkarıp sigaralarını sarmaya başladılar. Ortam fosur fosur, anlayacağınız.
KALDIK GUY PEARCE'LA BAŞ BAŞA!
Venedik Film Festivali'nde Kate Winslet'in iki filmi birden gösteriliyordu:
Contagion ve
Carnage. Onlarla ilgili röportaj vermekten çok yorulduğunu ve geçmişte kalan bir iş olsa da
Mildred Pierce'la ilgili konuşmak için orada bulunmaktan özel bir memnuniyet duyduğunu belirtti. Sonra pek soru filan da beklemeden profesyonelce diziyle ilgili anlatmak istediklerini anlatmaya başladı. Anne- kız ilişkisinin ne kadar önemli olduğunu, Todd Haynes'le çalışmaktan memnuniyetini ama rolü olduğu için çok yorulduğunu, bir noktadan sonra artık otomatiğe bağladığını, hep dramatik hayatları olan kadınları canlandırsa bile hayatının o kadar da dramatik olmadığını, her şeyden önce bir anne olduğunu, hayatı sevdiğini, herkes gibi yaşadığını, kırmızı halıya adım attığı anda şöhret dünyasına geçtiğini ama aslında çocuklarıyla yaşayan bir kadın olduğunu anlattı.
Titanic'deki aşkla
Mildred Pierce'daki aşkın farklı olduğunu, zaten filmlerin hiç benzemediğini de söyledi, o meşhur
Titanic sorusu üzerine. Virgin'in kurucusu Richard Branson'ın evinde çıkan yangında işadamının annesini kurtardığını doğruladı, yaşadığına şükrettiğini o zaman da aklından hep çocuklarının geçtiğini söyledi. Sigaralar bittiğinde bize ayrılan süre de bitmişti. PR'cı olduğunu tahmin ettiğim bazı hanımlar geldi, her ikisini de derdest etti. Sırp gazetecinin, üzerinde 'jewellery' (mücevherat) yazan bir bez torbayı Winslet'e verdiğini gördüm, içinde ne olduğunu çok merak ettim ama alelacele veda edip çıktılar. Biz de ayağa kalktık, bir karmaşa oldu. "Guy Pearce başka bir odada mı, nerede?" falan derken, Pearce odaya girdi. "Guy Pearce röportajına katılacaklar burada kalıyor," dendi. Ben yerime oturdum, bir de baktım ki herkes kalkıp gidiyor. "Aman!" demeye kalmadan; Pearce, ben ve iki gazeteci daha, toplam dört kişi koca masanın etrafında kaldık. Kapı kapandı, 20 dakika tıklamaya başladı. Ben daha ne olduğunu anlamaya çalışırken, yanımda oturan genç kız, "Sinemadan sonra TV dizisi çekmek sizin için tuhaf oldu mu?" mealinde bir soru sordu. Hiç hazırlık yapmamış olmama rağmen, ben bile Pearce'ın Avustralya'da
Neighbours adlı dizide yıllarca oynadıktan sonra sinemaya geçtiğini biliyordum; ki başka bir sürü dizide de oynamış. Aslında bundan sonrasını pek hatırlamıyorum desem yeridir. Sanıyorum, o andan itibaren, başkası adına utanıp odadan kaçmak isteyen anaç tarafım kontrolü ele aldı ve biz Pearce'la fiilen baş başa konuşmaya başladık. Sonra kayıtları dinlerken Pearce'ın biraz "Burada ne işim olduğunu ben de bilmiyorum, burası film festivali, dizi için niye geldik ki?" havasında olduğunu fark ettim. Avustralya'da yaşıyormuş. Evet, çok yoğun bir programı var. Bir sürü film birden çekiyor. Başka Avustralyalı oyuncularla zaten Avustralya'da da görüşmezmiş, Hollywood'da hiç görüşmüyor.
Priscilla Queen of Desert ve
Memento'da oynamış olmaktan mutlu. Böyle. Round table buymuş. Bir daha katılır mıyım? Elbette. Round table'dan gelen röportajları bir daha yayımlar mıyım? Elbette.