Bazı kitaplarla insanın zamanlar içinde devam eden bir kaderi var. Bu şaşırtıcı bir husus. Hele binlerce, on binlerce kitabı elinden geçiren, okuyan, onlar hakkında başka yazıları gözden geçiren, yazı yazan birisinin o çağlar, zamanlar boyunca bir kitapla bağlı kalması, o kitabın gidip gelip hayatının ortasında bir yerde durması nasıl şaşırtıcı olmaz? Bu, bir kitabı çok sevmek ve onu sürekli, döne döne yeniden okumakla aynı şey değil. Beckett, İncil'i ve Tevrat'ı öyle okuyordu. Doğal. Bir başkası için Odisseus o türden bir kitap olabilir. Gene de söylemek istediğim o değil. Bir kitabın adeta kader gibi insanın önüne çıkmasından bahsediyorum. Benim için bir iki kitap bu türdendir. İlki, önce de değinmiştim, Refik Halit Karay'ın Bir Avuç Saçma isimli denemeler/fıkralar kitabıdır. Öyküsünü daha önce anlatmıştım, yazdığım bir yazıda.
Ama henüz okuma yazma öğrendiğim dört-beş yaşlarımda, bir gece yattığım yerden gözlerimi açıp gördüğüm bu kitabı yıllar sonra yeni baskılarında elimden geçirdim, hakkında bir yazı yazdım. Hâlâ da değer taşıyor benim için. Bu niteliği taşıyan ikinci kitap Samet Ağaoğlu'nun yazdığı Babamın Arkadaşları isimli kitaptır. Neden onu bunca kitap arasında ayrıştırdığımı açıklayayım.
Kars'taydık, muhtemelen üç yaşında falandım. Okuma yazma bilmiyordum. Bir akşam üstü, hâlâ her şey cam gibi berrak bir şekilde gözlerimin önündedir, soba yanıyor, sacı nar gibi kızarmış, güneş batıyor, ufuk müthiş bir kızıllıkta, Kars'a erken bir akşam çöküyor. Gök hâlâ beni her gördüğümde çıldırtacak şekilde lacivert ama pembe, mor, eflatun, turuncu renklerle yüklü.
Yere uzanmışım. Önümde bir kitap var. Açık mavi bir kapağı var bu kitabın. Üstünde fötr şapkalı, takım elbiseli, işe giden, işten gelen çok romantik görüntülü, şık giyimli, batan bir güneş önüne yansımış adamların siluetleri var. Bu kapakta da mavi bir fon var, turuncu, pembe renkleri var. Bir ona bir dışarıya bakıyorum.
Gene Kars'tayız. Bu defa biraz daha zaman geçmiş. 'Büyümüşüm'. Okuma yazmayı artık öğrenmişim. Nasılsa, hiç adetimiz, alışkanlığımız olmadığı biçimde, babamın avukatlık yazıhanesine gitmişim. Babama bir paket geliyor. Babam paketi açıyor. İçinden bir kitap çıkıyor. Siyah gömlekle kaplı karton kapaklı bir cilt bu. O karanlığın içinde belki bir figür var ama hiç seçemiyorum, her neyse o, ama adını okuyorum: Hücredeki Adam. Yazarını da okuyorum: Samet Ağaoğlu.
Aradan yıllar geçiyor. Taşınıyoruz. Kentten kente, evden eve. O kitap, kapağıyla beni daima büyüleyen Babamın Arkadaşları hep bir yerlerden önüme çıkıyor. O bir türlü yitip gitmiyor. Önce Binektaşı Sokak'taki evde L şeklinde, üstünde radyonun durduğu kitaplıkta, sonra başka yerlerde. Derken bir gün evde tartışıyoruz. Ben siyasetten bahsediyorum. Babam eylemli politikaya neredeyse nefret derecesinde uzak. Bana "Babamın Arkadaşları'nın önsözünü oku" diyor. A, fark ediyorum ki, o kapağını müthiş sevdiğim kitabı okumamışım. O gece hemen okuyorum ve çarpılıyorum. O önsözde Ağaoğlu, eski siyasetçilerin hayatlarının geri kalan kısmındaki zavallı ve perişan halini anlatıyor. O ne dildir, ne anlatımdır. Bir de beni büyüleyen başka bir şey var: 'Babamın arkadaşları'. Yani, ben de büyümüşüm ve hayatıma babamın arkadaşları bir nevi büyükler ama yavaş yavaş da benim arkadaşlarım, hatta sırdaşlar olarak giriyor; bazen ben onların sırdaşıyım bazen onlar benim.
İkincisi, biz Azeri bir aileyiz. Samet Bey'in ailesi de öyle Azeri. Hatta, sonradan sonraya öğreniyorum. Samet Bey'in ablası Tezer Taşkıran bir dönem Kars milletvekili. Babam liseyi bitirmiş, çok parlak bir öğrenci. Ama çok yoksul ve okuyamıyor, 'yüksek tahsil'e gidemiyor. Ona bir mektup yazıyor. Beklemediği derecede hızlı ve ilgili bir yanıt alıyor. Hatta Kars'a geldiğinde arayıp babamı bulduruyor. Öyle bir ilgi de söz konusu aileye. Haydi, bir üçüncü nedeni de yazayım: kişisel olarak Ağaoğlu'nun anlattığı hayat beni etkiliyor. Ne arkadaşlardır yahu bunlar, kimler yok ki aralarında?.. Gelin görün ki, kitabın o ilk baskısında yazar anlattığı kişileri ad vermeden yazmış. Babam imdadıma yetişiyor. Anlatılan kişinin kim olduğunu çok güzel el yazısıyla ilgili yazının başına işliyor.
1994 yılındayız. Bilkent Üniversitesi'nde hocayım. Bir sanat galerisi açılıyor. Başına çok yakın dostum Nuran Terzioğlu geçiyor. Karma bir sergi düzenlemeye karar veriyor ve 'fal, büyü' başlıklı bir sergide karar kılıyor. Benden de sergiye katılmamı bekliyor. Daha bunu söylediği anda aklımdan yıldırım gibi bir 'iş' konusu geçiyor: Samet Ağaoğlu kitapta bir fal hikayesi anlatıyor. Babası, Malta'da sürgünken bir dostuyla fal bakıyorlar. İmkanları kısıtlı, ellerinde Tasso'nun Kurtarılmış Kudüs isimli kitabı var. Onun bir sayfasını açıp okuyacak ve gelecekleri hakkında bir fikre varacaklar. Açtıkları bölümde "yakında ülkenizde birisi çıkıp sizi kurtaracak" deniyor. Çarpılıp kalıyorlar. Ben bu öyküyü bir işe dönüştürmek istiyorum.
Bu fikirden hareketle işimi hazırlıyorum. Bu metni çerçeveletip duvara asıyorum. En başa Babamın Arkadaşları'nın bendeki birinci baskısını, gene çerçeve içinde, yerleştiriyorum. Bir kürsü koyuyorum ortaya. Üstünde Tasso'nun kitabı olacak. Fakat kitabın İtalyancasını bulmak istiyorum, yok. Allah'ın işi, tam o günlerde bir arkadaşım, Banu Helvacıoğlu, Roma'ya gidiyor, ona ısmarlıyorum, üç gün sonra elimde. Evet, yerine oturtuyorum.
Açılış günü siyahlar giyiniyorum. İnsanlar geliyor, kitabı ellerine alıyor. Orijinalinden bir sayfa açıp bir yeri işaret ediyorlar. Ben de İngilizcesinden okuyup o bölümü 'tefhim' ve 'tefsir' ediyorum. Büyük sükse oluyor. Sonradan randevu alıp fal baktırmak isteyenler oluyor, neden, çünkü Radikal gazetesi işi haber yapıyor.
Derken İletişim Yayınları bu kitabı basmaya başladı. Acaba diğer kitaplarını da basar mı diye bekledim, hayır, sadece bu.
II
Kitaba geçmeden önce biraz Samet Ağaoğlu'ndan söz etmeliyim.
Bizdeki edebiyat sözlüklerinin, eleştirmenlerin üstünde müttefik olduğu bir nokta vardır. Ağaoğlu müthiş yetenekli bir yazar. Fakat edebiyatta ısrar etmiyor. Bürokratlık yapıyor. Ardından siyasete giriyor. 1950 seçiminde DP milletvekili oluyor. Bir dönem bakanlık yapıyor. 1960'ta askeri darbeyle birlikte Yassıada'ya gönderiliyor. Hüküm giyiyor. Kayseri Cezaevi'nde kalıyor. Dört yıl sonra özel afla salıveriliyor.
Yazarlık yaşamı ilginç. Muhtemelen başlangıçta birkaç şiir de yazmış olabilir. Ama asıl ilgisi öykü. İlk kitabı bir öykü-anı kitabı: Strasbourg Hatıraları. Sonra Zürriyet geliyor. Çok etkileyici bir öyküler toplamı. Onu Büyük Aile izliyor. Nihayet Hücredeki Adam. Son yapıtı Katırın Ölümü.
Ağaoğlu'nun öykücülüğü hakkında çok söylenmiş bir hususu ben de tekrarlayayım. Bu öyküler Dostoyevskici bir kalemden çıkmıştır. Doğrudur. Onu öncelikle doğal karşılıyorum. Samet Ağaoğlu Bakü'de 1909 yılında doğmuştu. Babası muhakkak ki, Rus kültürünün büyük etkisi altındaydı. O kültürün doruğu olan Dostoyevski'nin Ağaoğlu'nu etkilemesi doğaldı. Bu işin bir yanıdır. Öteki yanını 1950'li yıllarda benim açık veya kapalı bir şekilde modernleşme travması dediğim ve ona bağladığım bir delilik, daha doğrusu çıldırma sendromu etkiler. Tanpınar'ın Mümtaz'ı romanın sonunda delirir. Peyami Safa'nın tipleri delirmektedir. Necip Fazıl oyunlarında delileri dile getirir. Ağaoğlu bunu en uç noktaya iten bir edebiyatı benimser.
Ama orada kalmaz. Siyasete girer. 1950-58 arasında kısa bir dönem dışında hep bakandır ve hayatı bir 'travma'yla sona erer. Bu sonu büyük ve öykülerinde sürekli olarak dile getirdiği korkunç bir kader olarak nitelendirdiğine kuşku yoktur.
Benzeri bir kader, çünkü, babasını da tutmuştur. Birbirine çok bağlı bireylerden oluşan bir ailede, aşırı derecede sinirli, öfkeli, hırçın, geçimsiz Ahmet Agayef siyaset ve düşünce ile örülü parlak bir kariyer yaşamış, Atatürk'ün sofrasında bulunmuş, onunla dostluk da kurmuş, Serbest Fırka deneyiminin odağında yer alacak kadar ona yakın olmuş bir kişi. Kaldı ki, daha Kurtuluş Savaşı günlerinde Basın Yayın Genel Müdürü. Ama Atatürk'ün onu her şeye rağmen benimsemeyen bir damarının bulunduğu da ortada.
Ve son olarak kendisine oynanan bir oyunla yenik düşüp hayatı yalnız, mağlup, 'menkup' birisi olarak terk ettiği de açık. Bir kere bu olumsuz kaderin ve bu gizli 'intikam' duygusunun Ağaoğlu'nu DP'ye ittiği görülebiliyor. Fakat oğul Ağaoğlu bir defa daha İnönü-CHP hattına karşı yenilecektir ki, aynı CHP ablasını da, belirttiğim gibi, milletvekili yapmıştır.
Ağaoğlu siyasal hayatını bitirdikten ve hapisten çıktıktan sonra artık edebiyata dönmeyecektir. Bunu söylemekle birlikte belirteyim hapishane sonrası üç kitabı (Hücredeki Adam, Katırın Ölümü ve Aşina Yüzler) edebiyat ve edebiyat anılarından oluşur.
Onları hemen aşar ve siyasal anıları, gözlemleri ve düşüncelerini taşıyan üç kitap yazar: Arkadaşım Menderes, Marmara'da Bir Ada ve DP'nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri. Bunlar öyle derinlikli kitaplar değildir. Has edebiyatı bilen, edebiyat kumaşına sahip bir yazarın kaleminden çıkmış, edebiyat ağırlıklı, fazla gösterişli, teatral bir ağırbaşlılık taşıyan, yukarıdan bakan siyasal yazılardır.
III
En çarpıcı kitabı Babamın Arkadaşları'dır. Aşina Yüzler'de, hayrettir, edebiyatçıları anlatırken hiç derinleşemez. Ciddi hiçbir saptamada bulunmaz. Tumturaklı üslubuyla yazar, büyük tespitler yaptığını sanır ve gene yukarıdan bakar ama bunlar sönük olmayan cılız yazılardır. Ama Babamın Arkadaşları'nda farklı bir noktadadır. Andığım kitabında yapamadığı her şeyi bu kitabında yapmıştır. Gene siyasi değil edebi bir tavır içindedir. Kaleme aldığı kişileri bir roman kişisi gibi kurar. Ama ne zararı var? Aksine kitaba asıl lezzetini veren budur. Kitap kalın, kapsamlı, bol sahneli bir roman gibi okunur.
Hemen belirteyim bütün bu nedenlerle kitap Türk edebiyatında ve siyasal yazınında biriciktir. Gerçekten de eşsiz bir yapıttır. Dil, anlatımı ve 'karakter yaratma' gücü bakımından mukayese edilebileceği pek az kitap vardır. O 'pek az kitabı' düşündüğüm zaman, Tanpınar'ın bazı yazıları, Peyami Safa'nın bazı yazıları, Falih Rıfkı yer yer, geliyor aklıma. Fakat kitabın başka bir özelliğinden daha söz edeyim.
Başarılı, güçlü, etkili babaların çocukları zor bir hayat yaşar. Başarısız ama ünlü babaların çocuklarını da zor bir hayat bekler. Samet Ağaoğlu bu ikisinin ortasındadır. Ahmet Ağaoğlu hiç kuşkusuz önemli bir düşünürdür. Siyaset ve düşünce hayatımızda önemli bir yere sahiptir. Hayatının karmaşası da buna eklenince ilginç bir kişilik çıkar ortaya. (Mesela Atatürk'ün bir gece sofrada kızıp "Unutma ki sen burada bir sığıntısın" deyişine karşı verdiği cevap ve Atatürk'ün özür dilemesi bütün gerçeği açıklar.) Kısacası Samet Ağaoğlu dağdağalı, hengameli bir evde yetişip, kendi yolunu iyi bulmuş, başarılı bir oğuldur.
Ne var ki, Samet Ağaoğlu sonuna kadar 'patricid'i yani baba katilliğini gerçekleştiremeyecektir. Aksine, babasına her zaman hayranlık duyacaktır. Mesela onun romanını veya öyküsünü yaz(a)mayacaktır. Onun anılarını veya yaşamını da kaleme almayacaktır. Yerine onun 'intikamını' almaya çalışacaktır. Babamın Arkadaşları tepeden tırnağa bu maksada soyunmuş bir kitaptır. Her karakterle babası adına hesaplaşır. Türk edebiyat ve siyaset yaşamının en bariz şekilde 'Oedipus olamamış' kişisidir oğul Ağaoğlu.
Anlattığı kişiler Ahmet Ağaoğlu'nun daha 1914'lerden başlayan macerasına eşlik etmiş, onunla dost olmuş, onunla çatışmış, ona düşman kesilmiş kişilerdir. Bunlar yakın siyaset ve düşünce hayatımızın Ziya Gökalp'ten Kara Kemal'e, Yusuf Akçura'dan Halide Edip, Hüseyin Cahit Yalçın'a kadar uzanan kişileridir. Ağaoğlu onları hem anlamaya çalışır hem de babasıyla olan kaderleri içinde anlatmaya. Arada bir kendisi de girer sahneye. Chateaubriand'ın Öteki Mezardan Anılar isimli, Napoleon'u anlattığı anılarına bu kadar benzeyen az kitap okudum. Muhtemelen o da bu ve benzeri kitapların tesiri altındaydı. Biraz daha zorlayarak söyleyeyim, yukarıda da değindim, bu kitap sonunda bu uzun tarihin romanı değildir, yazılacak o romanın kişileridir.
IV
Ağaoğlu kitabın ilk baskısını 1956'da yapar. Siyasetin içindedir. Sonraki baskılarda muhtemelen uzun bakanlık görevinden ayrılmıştır. Doğan boşlukta bu kitabı yeniden yayımlar. Kimleri yazdığını belirtmez. Okuyan bulacaktır onları. Fakat bu çok zor bir iştir. Neticede yüzyıl başına kadar geri giden bir tarih ve o tarihin şahsiyetleri anlatılmaktadır. Bazıları üstelik o kadar kamuoyuna mal olmuş da değildir. Kitabın ancak sonraki baskılarında bir liste verir.
Kitabın elimizdeki baskısı bir yenilik içermiyor. Daha önceki baskıların önsözleri yer alıyor girişte. Bunlar Nebioğlu ve Ağaoğlu yayınevlerinin baskılarına yazılmış. Son önsöz 1969 tarihli. Ağaoğlu "Bu babamın arkadaşları defterini kapatıyorum" der. Ve ilginç bir şey söyler: "Arkadaşlarını görünce babamı görmüş gibi olurdum. Artık hepsi öldü" der ve ekler: "Demek babam da beden olarak yüzde yüz öldü benim için". Yukarıda değindiğim Oedipus ve patrisit meselesini gösteren ve daha ilerisi olamayacak kertede ilginç bir açıklama bu. (Gene de kitabın güzel düzenlenmiş künyesinde 1. Baskı, 2. Baskı, 3. Baskı ibarelerinin yanına parantez içinde eklenmiş '1 baskı' sözüyle ne anlatılmak isteniyor onu anlayamadım. Farklı edisyon ve baskılar işaret ediliyorsa onu dile getirmenin başka bir yolu olmalıydı.)
Şimdi gelelim İletişim Yayınları baskısının en sorunlu yerine. Ağaoğlu kimleri yazdığının listesini veriyor. Listede 27 isim var. Kitaptaki yazıların sıralaması bu listeyle birkaç nedenden ötürü çelişiyor. Birincisi kitapta 26 yazı var. Bir yazı eksik. İkincisi, Ağaoğlu'nun verdiği listede mesela Kara Kemal anlatısı 16. yazı olarak zikrediliyor. Halbuki eğer hata yapmadıysam bu yazı kitabın 14. yazısı. O zaman kitap listesinde Kara Kemal'den önce verilen Halim Sabit Şibay ve Hüseyinzade Ali Turan yazıları nerede? (Herhalde var ben çıkaramıyorum, o zaman yerleri kaymış demektir.) Sonra Ağaoğlu'nun listesin de 28 olması gerekiyor. Çünkü son yazı En Yakın Arkadaşı başlığını taşıyor. Bu, annesi Sitare Hanım'ı anlattığı yazıdır, listesinde, anlaşılmayı gerektiren bir yanı olmadığından muhtemelen, bulunmuyor.
Şimdi bir yanlış daha: Listeye göre 26. sırada Halide Edip Adıvar var. Adıvar'ın anlatıldığı yazı Azap Kapısı başlığını taşıyor. Kitabın 23. yazısı. Bu yazıları Ağaoğlu'nun listesine göre 'adlandırarak' veya kimliklendirerek izleyenler yanılacaktır. Çünkü, kitap listesinde Azap Kapısı, Ağaoğlu listesine göre Kısmı Siyasi Müdürü başlıklı yazıyla yer değiştirmiş.
Velhasılı kelam iki liste birbirini tutmuyor, kaymalar, atlamalar var. Affedilmez bir hata. Bunu önlemek için bir sonraki baskıda dikkatli bir edisyon öneriyorum. Bir de Ağaoğlu'nun attığı edebi başlıkların altına o dikkatli editörün süzgecinden geçtikten sonra yazı kimi anlatıyorsa o kişi eklenmeli. Ayağımı kırdığım, bu yazıyı yattığım yerden yazdığım için, daha önceki baskıları kitaplığımdan bulup bakacak durumda da değilim.
Son nokta son yazıyla ilgili: O yazıda Samet Ağaoğlu annesini anlatmış. Yukarıda patrisit ve Oedipus kompleksi dedim. Aslında bu yazıda Samet Ağaoğlu babasını hayli eleştiriyor. Onun aceleciliğini, bir işin önünü arkasını düşünmediğini, sürekli yanlış kararlar verdiğini, kolay aldandığını anlatıyor. Bu yazı gerçekten eleştirel bir yazı. Ne var ki, o bahsettiğim patrisit buna rağmen gerçekleşmiyor.
20. yüzyıl başından 1950'lerin ortasına kadar gelen bir tarihin, şahsiyetleriyle, çok kuvvetli gözlem ve yargılarla anlatıldığı bu kitap bir mücevher. Benimse onunla serüvenim, işte, şimdilik, bu yazıyla sürüyor. Bakalım, nereye kadar...