Önce bir anı...
Pınar Kür, şimdi ikinci baskısı, Can Yayınları'ndan çıkan Aşkın Sonu Cinayettir isimli söyleşi kitabının 250. sayfasında o olayı kendince anlatıyor.
"Galiba Ahmet Tevfik Küflü söylemişti, emin değilim..." diyor ve şair Ahmet Muhip Dıranas'ın kitapevine gelip, "İçinde manjemoi 'beni ye' yazan bir kitap varmış" deyip Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanmış Asılacak Kadın isimli romanı isteyip, 'müstehcen' denen sayfaları okuyup sonra da 'eğitildim' manasına gelen Osmanlıca bir sözcük söyleyip dükkandan ayrıldığını belirtiyor.
Ben olayın aslını anlatayım. Çünkü, oradaydım...
***
Ankara o sene akıl almaz bir kış geçiriyordu. Ecevit iktidardaydı. Akaryakıt, benzin, elektrik, su, yağ, şeker... Kısacası hiçbir şey bulunmuyordu. Sabah 09.00'dan 12.00'ye öğleden sonra 16.00'dan 19.00'a kadar kente elektrik verilmiyordu.
O sabah erkenden uyandım ve evden çıktım. Zindan gibi odalarda duramıyordum.
Karlara bata çıka her zaman ilk durağım olan, Sakarya Caddesi'ndeki Bilgi Kitapevi'ne gittim. Arkada bir sergide kitaplar 'yüzden' dururdu. Oraya geçtim. Dükkan simsiyah. Sadece bir noktada bir ışık yakmışlar.
Ayakta, uzun boylu bir adam, bıyıklı, yakışıklı, yaşlı, elinde bir kitap, gözünde gözlükler, ışığa tutmuş okuyor. Ahmet Tevfik Küflü'nün akrabası olan ve dükkanı gözeten, sonradan emekli subay olduğunu öğrendiğim, böyle ciddi bir adam var, dükkanın yöneticisi olarak. O etrafta.
Ayakta duran şahsı tanıyorum. Dıranas. Elindeki kitap, baktım, evet, Asılacak Kadın. Okumuşum ve çok beğenip bir yazı yazmışım hakkında.
Dıranas, büyük bir dikkatle okudu. Ben de onu izledim. Kür, o kitapta yaşlı adamın Fransızca konuştuğu bölümleri büyük harfle yazmıştır. Onları gözden geçiriyor. Bitirdi, kitabı o emekli subaya verdi, "Tenvir olduk, aydınlandık" dedi. Paltosu sırtında yürüdü, dükkandan çıkıp gitti.
Ben adamcağıza sordum, "Efendim, erkenden gelmiş, dükkan kapalıymış, gitmiş bir daha geldi, kitabı istedi, verdik, 'o' bölümlere bakmak istedi, galiba yakınıymış yazar" dedi.
Bu anımı gidip Attila İlhan'a ve Ahmet Tevfik Küflü'ye anlattım.
Hayatımda Pınar Kür'ü üç kez gördüm. İlkinde, Attila İlhan'ı sabahları oturduğu Divan Pastanesi'nde ziyarete gittiğimde. Gene öyle bir kış günüydü. Konuşurken Kür geldi. Mühendislik eğitimi de gördüğümü öğrenince çok şaşırdı. O sıralar kesme şekerleri kırmadan önce üflerdi insanlar, o da üfledi, "O zaman söyleyin bakalım, neden üfleyince bu şeker kolay kırılıyor?" dedi.
Ben Dıranas anısını anlattım. Gülüştük. (Muhtemelen o ana kadar İlhan veya Küflü de kendisine anlatmıştır.)
Sonra ona bir mektup yazmıştım, o da bir cevap vermişti. Bana Asılacak Kadın'la ilgili yazdığım yazıyı anımsatıyordu. İkinci kere, gene bu kitapta bir satırla geçirdiği, 1993 yılında Paris'e yaptığı o yolculukta beraber olduk. O sıralar Kültür Bakanlığı'nda danışmandım. Geziyi Türkiye'de büyük ölçüde ben organize etmiştim. Fransa ayağını Nedim Gürsel hazırlamıştı. Les Belles Etrangeres programının o yılki konuğu Türkiye'ydi. Biz de birçok yazar ve şairi götürmüştük.
Üçüncü kere de NTV'de Müjde Ar, Çiğdem Anad ve Aysun Kayacı'nın yaptığı programa katılmıştım ve çok güzel bir sohbet olmuştu, kıyametler koparmıştı.
Ama benim Kür'le ilişkim elbette uzundur. Bir kere ilk romanı Yarın...Yarın... yayımlandığında (kitabın ilk baskısında adı böyle yazılmıştı, baktım söyleşi kitabında Yarın Yarın diye yazılmış.) Ankara'daydım, Bilgi Yayınevi editörü olarak çalışan Attila İlhan'la neredeyse her gün görüşüyorduk.
Roman bomba gibi patlamıştı. Kitabı okuduğumda aman aman sevmedim. İlginçti ama o 'devrimci' tipi de bana yeteri kadar gerçek/çi görünmemişti. Gene de meseleyi kavramıştım. Neticede ben de kolejlerde okumuş, solda biriydim. Toplumsal, sınıfsal bağlamla ideolojik donanım arasındaki çelişkinin ayırdındaydım.
Fakat 20 yıl sonra romanı tekrar okuduğumda görüşlerimin daha da gerilediğini fark ettim. O 'devrimci' konuşmalar bana hayli yapay görünmüştü, hatta ne diyeyim, biraz da 'komik'.
O romanı okuduğumda, bunlara rağmen, Kür'ün romancılık yetisinin inkar edilemez olduğunu saptamıştım. Keşke başka şeyler yazsa demiştim.
Asılacak Kadın o romandır. Onu okuduğumda etkilenmiştim. Amerikan romanındaki gotik damarla Fransız 'libertine' romanının bize özgü bir sentezi olarak değerlendirmiştim. Elimizdeki kitabın, 116. sayfasında Kür, "Roman olarak inanıyorum ki, Türk edebiyatına bir katkımdan söz edilecekse Asılacak Kadın bunun önde gelen örneği olacak" diyor, biraz karmaşık ve onda alışık olduğumuz bir üslupla.
Kür'ün bu romandan sonra yazdıkları, o kadar ilgi toplamadı. Kendisi de mevcut kitapta bu sorunun üstünde düşünüyor. Elbette, haklı olarak, yakınıyor bu durumdan. Kitabın bence üstünde durulması gereken en ilginç yanını bu tartışma oluşturuyor. Kür, birçok yerde kendisini 'yabancı' olarak nitelendiriyor. Kadın olarak, aile kökeni olarak, eğitim olarak yabancı birisi olduğunu belirtiyor. ("Yetiştirilme tarzım farklı olduğu için... Türkiye'de hep yabancıyım ben" (s.202)
Kür, karşılaştığı ilgisizliği edebiyatın hayatımızdan çekilmesine bağlıyor. Hatta, Sonuncu Sonbahar'ın, 1993 yılında yayımlanıp hiç ilgi görmemesi üstüne edebiyatı bıraktığını belirtiyor. (Bu satırları yazarken Kür, Sadık Bey romanıyla edebiyata döndü.)
Edebiyata dönük toplumsal ilgisizlik bir gerçek. Fakat Kür'ün şikayetini sadece bu gerçeğe bağlayabilir miyiz, emin değilim.
Daha sosyolojik nedenler aramak gerek. Orada da bu 'yabancılık' meselesi üstünde yeniden durulabilir. Mesela şunları da söylüyor:
"Çünkü Türkiye'ye ve kadın olarak cezalı gönderildim; hem de köylü bir kadın olarak değil, şehirli akıllı bir kadın olarak ki durumun kötülüğünü fark edeyim! Belki bir dahaki gelişimde daha iyi bir hayata düşerim diye umduğum oluyor..." (s. 226).
Bunlar, bir dilin içinden yazan, o dilin üretildiği toplumu, şu veya bu şekilde anlatan bir romancı bakımından ilginç, şaşırtıcı cümleler. Bana kalırsa Kür'ün romancılık gerçeğini bundan böyle bizzat dile getirdiği bu olgunun içinden görmek gerek. Bu yabancılaşmanın onun edebiyatına nasıl yansıdığını, o yansımanın okurda nasıl bir tepki uyandırdığını irdelemek ilginç olacaktır.
***
Bunu biraz da şu nedenle belirtiyorum.
Öteden beri bir iddiam var. Romanın kentli, kent soylu olduğu kanısındayım. Roman köyü anlatabilir. Ama köylü olamaz. Bu, romancının istese de yapamayacağı bir şeydir. Köy kökenli bir yazar ancak kentlileştikten sonra iyi, güçlü, gerçek bir roman yazabilir. Oysa Türkiye bu gerçeği hiç kabullenmedi. Saçma sapan köy romanları yazmaya başladı. Edebiyatı köylüleştirdi.
Kür'ün ilk romanları bu bağlamın hakim olduğu edebiyat ortamında 'kavranamayacak' içeriklere sahipti. Yarın Yarın, dönemin izini, tartışmasını taşıdığı için ilgi topladı.
Besbelli ki, Yarın Yarın sadece bir dönem romanı, bir dönemde yazılmış bir roman olarak kalacak. (Bunu zaten belirtiyor, niye öyle bir konu seçtiği sorulunca "Valla (tabii, Türkçede 'Valla' diye bir sözcük yok) kendi kendine geldi. Olayların içindeydim, kendi hayatım öyleydi" (s.198) diyor. Eh, böyle olunca, bu kitap da roman olmaktan ziyade bir çağ irdelenirken, mekanik bir şekilde okunacak, birçok başka roman gibi.
O arada, çok ilginç, 'devrimciler' üstüne roman yazan Kür, Türk solcuları neden Stalin'i sever sorusuna "Ne bileyim ben. Bırak Allah aşkına. Türk solcuları hakkında fikir yürütmek istemiyorum" diyor. Şaşmamak elde değil. (s. 129)
***
Sonuncu Sonbahar'ın yayımlandığı günlere Kür, bu 'bagaj'la girmişti. Oysa o roman da, bir önceki de (Bir Cinayet Romanı) daha fazla ilgi toplayabilirdi. Çünkü, evet, edebiyata duyulan ilgi azalmıştı, fakat daha kentli bir okur kitlesi gelmişti. O kitlenin bu romanları benimsememesinin nedeni iki farklı nedene daha bağlanabilir.
Birincisi, Türk edebiyatı sınıf atlayamadı. Bugün de, hâlâ köy edebiyatı dolayında kalmış, hâlâ dünyasının sınırlarını genişletememiş, hâlâ yabancı dillere hakim olmayan, dünyayı izlemeyen, alt orta sınıflardan gelen bir kesimin elinde edebiyat. İkincisi, tam da bu nedenle, bu tarih ve toplum gerçeklerini 'doğrultmak' amaçlı bir romanla meşgul olduğumuzdan polisiye, cinayet gibi meseleleri kendisine zemin alan romanlar bizde kabul görmez. Türk okuru cinayet sevmez.
Bütün bunlar Pınar Kür'ü ilginç, değişik bir edebiyatçı yapıyor. Fakat bu kitapta özellikle belirttiğim bu 'yabancılık' gerçeğinin yanında başka bir nokta daha var.
Birincisi, söyleşiyi yapan Mine Söğüt'ün "Siz kadınlara güvenmiyorsunuz" saptamasına Kür, "Sadece kadınlara değil kimseye güvenmiyorum" (s.373) diyor. Bilmiyorum, her ne kadar Kür bunu cinayet romanı bağlamında söylüyorsa da, insanlara güvenmeyen birisinin bu özelliği romancılığı bağlamında ayrıca ele alınmalı mıdır? Herhalde yabana atılmayacak bir gerçek.
İkincisi, kitabın tamamına baktığım zaman, Kür'ün edebiyata da içten, yürekten 'inanan' birisi olduğunu söyleyemiyorum. Daha doğrusu edebiyatı bir inançla yaşamıyor Kür. Edebiyatı ve yazarlığı çok sevdiği, çok yetenekli bir yazar olduğu, edebiyata bir ömür koyduğu muhakkak.
Fakat edebiyata inanmak başka bir şey. O dünyada, onunla soluk alıp vermek demek. Bunu da insan okuduğu yazarlar, şairler üstünden açabilir, sezdirebilir. Oysa elimizdeki kitapta sadece Tolstoy var. O da geçerken, Kür'ün romanı 'öğrendiği' yazar olarak ifade ediliyor. Sadece bir iki oyun yazarından bahsediliyor, o da öylesine. Bir özdeşleşme, bir tartışma, bir sorgulama çerçevesi içinde değil. (Hemen belirteyim, romanlarındaki biçim arayışlarının ihmal edildiğini söylüyor. Buna katılıyorum. İhmal edilmiş, yüzeysel tartışmalara kurban edilmiş bir yazardır. Ama bu özelliğini işte bahsettiğim şu edebiyat inancıyla ilgili görüşüme bağlıyorum.)
Nitekim, daha ikinci kitabının, Küçük Oyuncu, başına, yayımlandığında kıyametler koparan bir 'önsöz' (!) koymuştu. Eleştirmenlere, okurlara, edebiyat dünyasına neredeyse küfür ediyordu. Bu kitapta o önsözün hata olduğunu kabul ediyor.
İşte o önsöz dahi Kür'ün edebiyata inanmamasının, edebiyat dünyasına yukardan bakmasının bir sonucu. (Bu metnin elimizdeki kitaba bir belge olarak alınmamasını vahim bir eksiklik olarak görüyorum.) Ama bunu hazırlayan bir neden Kür'ün hem toplumsal/aile geçmişi olabilir hem de aldığı, bizim edebiyat alemimizde tek tük kişide görülen eğitim. (İşte, bir daha belirtiyorum: Türk edebiyatı sınıf değiştiremedi. Hâlâ belli ve tek tip bir yazar kitlesinin hakimiyeti altında. Bunu kırması gerek.)
Oysa o damarı Kür daha fazla derinleştirebilirdi. Bıraktı. Onun yerine 'esrar' dolu kitaplar yazmayı tercih etti. Ama onu da terk etti. Pınar Kür önemli bir yazar. Fakat kendisini kendisine kurban etmiş bir yazar aynı zamanda. Gene de önemli romanlar yazdı.
Bu kitabı ilk kez 2006'da yayınlamış. O yıllar Amerika'daydım. Okumamıştım. 10 yıl sonra yayımlanırken arkasına Kür kısa bir not eklemiş. Keşke biraz daha genişletilse, o notta değinilen yaşam biraz daha açılsaydı. Özellikle Kür'ün edebiyata dönüşü üstünde biraz daha durulsaydı.
Olmamış. yapılsaydı çok daha etkileyici bir kitap olacaktı. Hele kitap bütün bu tür metinlerde olduğu (daha doğrusu olmadığı gibi) ele aldığı dönemlerle biraz daha kapsamlı ve analitik biçimde bütünleşseydi büsbütün işlevsel olurdu. Böyle uzun söyleşilerin ya bütünüyle bahse konu olan kişinin yaşamına ya bütünüyle bahsettiğim yöne eğilmesi gerek. Arada kalanlar o kadar güçlü olmuyor. (Ayrıca belirteyim, yönetmen Feyzi Tuna'nın adı kitapta sürekli olarak Fevzi Tuna olarak yazılmış. Bu devirde böyle hata olur mu? Yazık...)
Bir de bu 'nehir söyleşi' (felaket bir tanım/ isim) kitapları yer yer amaçlarından hayli sapabiliyor. Tekrarlara düşülüyor, haydi kaçınılmaz diyelim, bir noktaya kadar, ama Pınar Kür yer yer konudan sapıp mesela Amerika'nın Türkiye'de nasıl göründüğüyle ilgileniyor. Sayfalar doluyor bu konuda. Ne gerek var?
Bu kitap elbette bir yazarın bütün geçmişini, meselelerini açması nedeniyle önemli bir yapıt.